Sunday, July 1, 2018

SİYİR 3-BAHA

SİYİR 3-BAHA

- Tak tak tak, Ayşaba nöörün gıı, Selam alikum
- Alikum selam Zilbiye buyur gir
- Anam taa mı yatırsınız nedii hemen açmassınız gapıyı
- Işte gakdık (kalktık) toplandık anca, bişşiler yiyecez çay hazır gel sende iç
Zilbiye ayşabanın taaaa emmisinin gızıydı, bin yılda bir şaşıp düşüp gelir, bismillah daha girer girmez hoşbulduk yerine pat küt aklına ilk geleni salıverir, evde er erkek yoksa gider dipsedire boylu boyunca yatardı. Amma evde bir iki el gün varsa, usturuplu (düzgün) konuşur, gözüynen kaşıynan laf sokmaya devam ederdi.
- Nörün Zilbiye ne var ne yok
- İyiz Ayşaba sen nörün, gızıda verdin, hem hayırlı olsun diyim hem de yapılacak varsa ucundan dutayım (tutayım) dii geldim.
- Sağol Zilbiye Allaha şükür hallettik, al buyur çayını iç
- Anam çayı irken mi açdınız hamsı hamsı olmuş
- Güssüm gızım kapat çayı azdaa (az daha) demlensin
- Olmaz gari ya hadi neyse
Konuşulan koşulacak olanda bu kadardı. Sinek bile uçarken iki dakka uğrasa, odanın şu köşesine gittim, çiçekliğe kondum, guşurguya uçtum diye Zilbiyeden daha çok laf anlatırdı.

Zilbiye köşede yata dursun, Ayşabayla güssüm işe koyuldular (işe başladılar). Şafak yıldızıyla birlikte kalkıp ayşenede bir zini baklava açıp pişirmiş ve oğlan evine baha akşamı gidecek olan bohçayı hazırlmışlardı. Dışı kızmızı içi beyaz çift katlı bohçanın içine nişanlıya çorap, havlu, don, göynek (gömlek), mendil tespih koydular sardılar sarmaladılar, üzerine grap (ince tül) atıp yüklüğün üstüne koydular.
Her iş sahahtan bitmişti, akşama yıl vardı, Zilbiyenin gıdım gıdım (az az) sohbetide saatleri devirirdi ya neyse Güssüm işlemesini aldı Ayşabada çorabını örmeye koyuldu. Zilbiye “Ha şuraya gadar gelmişken, Miirem (Meryem) abaya uğrayım, iki alacaam bir vereceem vardı, gelirim akşam üstü” diyip kalkıp gitti.

Baha akşamı olmuş dünürcüler gelmeye başlamıştı. Küçücük odaya kaç kişi sığar, Fadime, kocası Salim, Fadimenin eltisi, gaynı,ıvırı zıvırı, bu taraftan Ayşabanın Ağası, karısı Zala filan derken kapının ucunda Ayşabaya kalmıştı. Ortada iki karış yer, zıplar mısın hoplar mısın artık bilinmez. Biraz ayağını uzatacak ya da bir taraftan öbür taraf dönecek olsan yanındakini ezmeden elini kolunu oynatman mümkün değildi. Erkekler sıra sıra “daş gibi” oturuyordu. Odanın iki duvarına karşılıklı olarak oturan kadınlar da bir oyana bir bu yana döne ağa “Amanıın aman aman, ayağım uyuşmuş hele” diyip ayaklarını ova ova kaçan kızlardan, gizli yarenlerden, ottan, çöpten konuşuyorlardı. Ayşaba bir yandan “Hıı, öyle, essah” diyip dedikoduya katılıyor, biryandan da “ha ağam alaydı şu kızı ne vardı” diyip kendine kendine esefleniyordu ama goca Allahın takdiri işte boyun eğmek lazımdı. Gerçi şu Körasımlıda fukara ama iyi sayılırdı. Kızına sahip çıkarlar, ona bir yuva kurarlardı. Ee birde yılların omuzuna yüklediği Güssüm yükü gari üstünden giderdi. Hem dul olup hem evde bekar kızın olması hiç olacak iş değildi. Kapısına yatlı yaramaz gelen olur hangibirini dehleyip kovalayacak. Elalemin çeyrek gözü dört kulağı bunların üzerinde, ha bişi oldu ha olacak diye bekleşip dururlardı. Kızı ele dile düşürmeden onca yıl yok gibi, ölü gibi boşuna mı yaşamıştı. Ee şükür başını bağlıyordu ya Ayşabadan bahtiyarı yoktu.
Damat ne dünürcülükte vardı ne de bahaya gelmişti. İn mi cin mi neye benzediğini anasından babasından, birde Allahtan başka kimse bilmiyordu. Ağa sormuş soruşturmuş kelle gulak düzgünmüş. Azıcık kekemelik biraz kulağının ağır işitmesi varmış ama o kadar olurmuş. Kim kaybetmişte erkek güzelini Güssüm bulsunmuş. Zaten erkeğin yakışıklısı değil ahlaklı, evine sahip çıkanı önemliymiş. Öyleymiş böylemiş ağa o kadar beğenmişse kendisine alsaymış derken söz kesildi. Artık Güssüm akı dışından karası içine sarılıp gelin edilecekti.
Salimle Fadime, elinden baha parasıyla birlikte Baha yatırmaya gelmişledi. Salim eve girince pencerenin önündeki minderin altına grap içine sarılmış parayı sessizce koydu. Bu, bahadan hariç, kız evi kendi ihtiyaçlarını görsün diye verilirdi. Ağa Salimin para koyduğunu gördü, önce alayım mı diye düşündü sonra, bahadan alırım dedi ve yeltenmedi.
Biraz hoşbeş edip kahveleri içtikten sonra başladılar para konuşmaya. Salim açtı lafı
-Bekir Ağa biz 50 lira verelim diye düşünüyoz. Zati şimdi kızların piyaseside (piyasa, gideri) bu, siz ne dirsinin?
-Doru dedinde bizim kızımızın yaşı güccük (küçük) amma hem becerikli, hemde ehildir, Gittiği yere garılır gatışır (gittiği yeri benimser) garınızla (kar) yağar buzunuzla donar. Sen en iyisi azıcık daha çık şunu 60 lira yap bari
Bekir ağanın ağzından çıkanları duyanda şaşakalır. Nerde kalmıştı güssümün iş bilmezliği safdirikliği, iş baha kesmeye gelince Güssüm altın olmuştu.

-Ağa eyide biz daha evin üstünü kapatcaz, ağaç filan alacaz, azıcık bize golaylık sağla hem düğün altından zor kalkarız
- Sende ne bazarlık yaptın Salimağa eyi bari 50'nin üstüne 5 lira daha atda olsun bitsin gari.
-Eyi baalım (bakalım) ağa 55 liraya kesişelim
-Çingene işi oldu ama hadi baam (bakalım) tamam hayırlı olsun
Baha konuşulduktan sonra sıra gelmişti düğünün irili ufaklı ayrıntılarını konuşmaya. Toru topu Güssüme verilen bir çift taban halısı, yüz okka yaz yünü yüz okka güz yünüydü.

 Alınacak satılacak konuşuldu, kahveler içildi, işin tamama ermesi için dua edildi ve biraz daha ordan burdan sohbet edip sıkış tıkış oturdukları odandan tek sıra halinde çıkıp gittiler.  

Monday, August 21, 2017

SİYİR 2-AGA

Ayşaba gün boyu ufacık penceresinin kenarında oturup ağasının evine gelişi gözledi. Konuyu nasıl açacaktı, ağası birşey der miydi, acaba ağası eşref saatinde miydi, şu Körasımlıya kızı versemiydi, şöyle miydi böylemiydi derken kadının kafası davul gibi şişmişti. Akşam ağasının, herzamanki gibi elinde okka okka sebzelerle evine geldiğini görünce,biraz bekleyip seyirte seyirte hemen karşısında evine gitti. Ağası sofraya oturmuş, çal kaşık yemeğini yiyordu, kendini o kadar çok yediğine vermişti ki Ayşabanın içeri girdiğini bile görmedi. Kendini nasıl vermesin, sofrada o gün için ne ararsan var, Çorbasından kebabına, tatlısından pilavına yok yok. Yemeğini yerken, iyiki bu ikinci karıyı almışım demekten kendinide alamıyordu. Ee o kadar mal mülkün içinde ağa tam tam takır kuru bakır bir sofrada yemek yiececek hali yoktu ya. Allah rahmetli babasına vermiş, babasıda ona. Rahmetli babası nur içinde yatsındı, adama sürü sürü koyun, parsel parsel tarla, bırakmıştı. Ağanın tek işi bu malı kendi çifte hanımıyla ve çocuğuyla bir güzel yemekti.

Ayşaba ise kız evladıydı, gittiği kapıda tutunmasını bilseydi elbette o da o kapının malını yerdi, ne demişler tekkeyi bekleyen çorbasını içer. Ama bizim kızda avratlık ne gezer. Ahlakı eksik, pis, müsrif bir kadını kim neylesin. Kocasıda bunu anlamış olacak ki çok geçmeden karısını kızıyla bir başlarına bırakıp çekip gitmişti. Erkek olarak malın varisi oydu. Ayşayada ancak, çalışmasının hakkı neyse o düşecekti. Ee oda biraz çalışkan, temiz olaydıda hakkını alaydı, ağasının öfkesini gazabını her seferinde üzerine çekmeyeydi.

Bunlar Ağanın Ayşabayı her görüşünde kafasından hızla geçen günlük düşünceleriydi. Bu düşünceleride kolay kolay edinmemişti. Çifte karısının özellikle Zalanın emeği çoktu.

Ayşa içeri girdi ve sanki biraz yayılıp otursa evi kirletecekmiş gibi, kapı ucuna iki dizini bükerek oturdu ve ağasına korka çekine görücü lafını açtı.

-Ağa, Körasımlıdan Güssüme dünür var. Dün Körasımın Fadimeyinen iltisi geldi. Ne dersin, bilir misin hiç bunları?
-Nerden bulmuşlar sizi hay Ayşa, uzaktan bilirim.
-Bende bilmem Ağa amma dün çıktı geldiler, sen bir sor soruştur, münasip görürsen hı diyelim gelenlere
-Tamam Ayşa, Bizim çobanın dayılarıydı heralde ona bir sorayım hele.
Ağa Ayşanın yüzüne bakmadan diyeceğini dedi, öyle Ayşayı soframa mofraya da davet etmedi. Ağa sevmezdi öyle kadınla çocukla birlikte yemesini. Birde bacısı öyle pek hayırlı birşey değildi ki sofrasını açsın buyur etsin. Hiç gocunmadan, kadının açlığı tokluğu var mı diye sormadan, tabakları sildi süpürdü. Sanki arkasından atlı kovalıyormuş gibi hapır hupur koca koca lokmalarla önüne ne koyduysa yuttu. Ayşada oturduğu köşede biraz daha bekleyip, ağasından müsade alıp evinin yolunu tuttu.
Ne zaman ağasından çıkıp evine gitse, saraydan kümese giriyormuş gibi hissederdi. Ağasının evinin yanında kendi evi gerçekten kümese benziyordu. Zaten evi Ayşaya vermeden önce evin hali o kadar haraptı ki hayvan bağlasan durmazdı. Ama Ayşa elinden geldiğince bu kümesi adam edip, kızıyla kendine bir çıra yakabileceği bir köşeye, başlarını sokabilecekleri bir dama benzetmişti.

Ağanın yarınki işi belli olmuştu, çobana gidip gelen görücüleri sormak. Aslında sormaya ne hacet, kendisinin boy boy oğulları vardı Güssümü pek ala birine alabilir, kardeşinin kızını dışarı çıkartmayabilirdi. Hem, Güssüm yaşı küçük olmasına rağmen öyle yaşıtları gibi hoyratta değildi. Daha şimdiden ekmek açar, koyun sağar, evi tek başına çekip çevirirdi.

Ama işte Güssümü oğullarına layık görmüyor olacak ki, dünürcüyü soruşturmaya çıkmıştı Ağa. Niye layık görsündü ki? Kardeşini bir el kadını gibi göreli çok uzun zaman omuştu. Ayşa artık ona işini yapmaya gelen herhangi bir işçi kadından farksızdı. Yıllar içinde sağlı sollu iki karısıda, kafasını işleye işleye adamın sanki gözü kör olmuş, aynı anadan babadan geldiği bacısı kendisine el olmuştu. Tabiki Ayşa Ağasına birden el olmadı, ocağı sönüp baba yurduna dönünce çifte gelinler Ayşanın, kendilerine kaynatalarından kalan mala ortak olacağından korkmuşlar ve başlamışlar beylerinin kafasını ufak ufak kemirmeye. Aslında Ayşanın yokluğunda önceden birbirleriyle didişip dururken, görümcenin eve dönmesiyle birlikte kadınlar birbirine yaklaşmış sığınmış, Ayşayı karşılarına almışlardı. Ağanın kafasınıda artık Allah dillerine ne verdiyse onla doldurup doldurup boşaltmışlar.

Çifte gelinlerden biri, dışardan olduğundan kendisine Ağa baktığı, üzerlerinden elini çekmediği sürece Ayşayı pek önemsemezdi ama gelinlerin ilki, iş güç bilmeyeni ve daha fettanı olan Zala Ayşayı geldiği gün mimlemiş, bir şekilde avluda tezektirmeyi kafaya koymuştu. Ama nasıl? Gün olmuş Ayşanın namusuna iftira atmış Çoban Ayşalardan su içti diye, gün olmuş yediğine içtiğine karışmış, Ağadan gelen sebzeyi öylece çöpe atıyor köpeğe veriyor diye, gün olmuş evinin içine iftira atmış temizlik bilmiyor evi pislik içinde diye. Bari dinime söven müslüman olsa, bu dediklerinin hepsi tek tek Zalada fazlasıyla mevcuttu. Ağa zaten kadının şirretinden, iş bizmeliğinden, pisliğinden bıkıp ikinci hanımı almış hatta Zalaya isim bile takmıştı Gara Übük diye. Kadının sivri burnu çıkık şakak kemikleriyle birlikte her konuşmaya başladığında neredeyse gıdaklayacakmış gibi ard ardına bıkmadan usanmadan anlatması, lafları übükler gibi adamın kafasına sokması, kadını adamın gözünde tam bir tavuğa benzetmişti. Kadın bir başladımı susmak nedir bilmez kafasında kurduğu, attığı tuttuğu, yazdığı çizdiği ne varsa Ağaya gerçekmiş gibi tek tek anlatırdı. İşte ne demişler bir lafı kırk gün dersen bir büyü yerine geçermiş. Zala ağanın kafasını gece gündüz okuya okuya Ayşayı adamın gözünde, namuzsuz, müsrif ve pis bir kadına döndürmüştü. Ne demişler erkeğin aklı boş bir kap, kadın ne doldurursa adamın ağzından o dökülür diye, Ağada her seferinde karısının dolduruşuna gelir Ayşaya yapmadık eziyeti bırakmazdı. Çoban Ayşanın gizli kırığı mı dedi, daha işin aslını sorup suşturmadan, çat kapı Ayşanın evine girer saçından tuttuğu gibi koca avluda Ayşayı sürüklerdi. Ayşa gelen sebzeyi çöpe mi döküyor mu dedi, sittin sene artık Ayşalara, eve gelen onca sebzeden meyveden bir tek tane bile verilmezdi. Ayşanın evi pismiydi, artık yönünü döner evleri dipdibe olmasına rağmen “Bacım nassın” bile demeden, aylarca eve uğramadan geçer giderdi.

Ama konuma komşuya Ağasının Ayşayı yaptığı iylikleri anlatırken duysan şaşa kalırdın. Ağa ortada çifte gelinler iki yanında başlarlardı Ayşayı anlatmaya. Efendim Ayşa iş güçbilmezmiş, çıkmış gelmiş çocuğuyla ağası ona kol kanat germiş, onu açta açıkta bırakmamış, yedirmiş içirmiş. Ama Ayşa bunları hep inkar edip nankörlük etmiş, zaten kızı Güssümde kendi gibi pis, iş güç bilmeyen safdiriğin tekiymiş. Ağası olmasa bunlar acında ölürmüş. Allahtan Ağası varmışta bunların bütün nankörlüklerine rağmen karaltısında tutuyormuş. Falanmış, filanmış yalanmış, esahmış derken laflar dolar dolar ve akrabadan eşten dostan taşıp konumdan komşuya yayıla yayıla etrafa giderdi.
Ayşada gün boyu çifte gelinlerin işini görsün, kardeşi bin yılda bir gelecek olsa hemen altına minder sırtına yastık verip yere göğe koyamasın, bir dilden bir dile kızına dayısı hakkında tek bir laf ettirmesin neye yarar. Namuslu bir şekilde cahıraş çalışmanın, azıcık aşa kanaat edip, onca dayağa ve hakarete sessizce katlanmanın cezası daha çok yük sürme, aşağılama ve kızıyla sessiz soluksuz, kıyıda köşede yaşadığı hayatını daha çok zindana çevirmekten başka işe yaramıyordu.

Ayşanın adı pise çıkmıştı çıkmasına ama, o kadar lafı işitmesine rağmen gesiyi çamaşırı bedavan kim yuyup evi kim temizleyecek. Ayşa koş evi temizle, koş ekmek yap, koş gesiyi yıka diyip, çifte gelinler kadını gün boyu deli divane gibi kendi evleri arasında koşturup dururladı. Aslında Ayşa ikisinden de yaşça büyüktü ona aba demeleri gerekirdi ama, kadın bundan da geçmişti zaten. Kendine eziyet edip laf söylemeseler o bile yeterdi.
Birgün yine Zala Ayşayı evine çağırmış “Ayşa geliver şu halının altını üstünü bir kaldırıp evini temizileyiver” demişti. Tam Ağa eve geleceği sırada ya evi kaldırır ya da olur olmadık işleri çıkarıp adam doğru dürüst yemek yapmazdı. O akşamda Ağa yine Zalanın evine geleceği için akşam ezanına doğru Zala patır patır ocakta papara pişirmeye durmuştu. Durmuş durmasına ama Ağanında en sevmediği yemek papara, hatta yemek bile değil. Zalanın evine onca sebze meyve getirir ama her seferinde önüne ya papara ya pilav koyar. Ayşenede paparayı pişip Ayşayı çağırmış “Ayşa şunu gidip sofraya koyuver diye” Ateşten yeni inen kızgın tavayı tutan Ayşa kapıda Ağasıyla karşılaşır adam paparayı görünce”Lan Gara übük yine mi papara” diyip tavaya öyle bir tekme atmış ki tavadaki kaynar su öylece Ayşanın başından devrilip kadıncağızın yüzünü haşlamış. Kadın “Anam Yüzüm yandı, yüzüm yandı diye” feverane edince ağası tavayı taşıyanın Ayşa olduğunu, Zalanın hemen arkasında saklandığını farketmiş. Bir yandan hem kızgınlığı artmış hemde kardeşimi haşladım diye suçlanmış.
-Aman gardaşım sen miydin, ben Gara übük zannettim dur sana melhem sürelim diyip, kendince kadının gönlünü almaya çalışmış.
Acızık ilgi biraz merhem, hop yeter bu Ayşaya deyip ertesi gün yine dönmüş eski huyuna. Huylu huyundan vazgeçer mi, adam daha dün kadını haşlamıştı ama, yine kadına kös kös bakıp, işçisi gibi davranmaya devam etmişti.
İşte bunca hengamenin, çekememezliğin arasında bu görücüde tam isabetli bir zamanda gelmişti. Zaten adam kardeşine bile zor katlanıyordu bir de kızı Güssümü çekemezdi. Büyüyüp geliyor neme lazım oğlanlardan birine takılır, çok uzatmadan kör topal kim gelirse verip savuşturmak lazımdı.
Çobanada bu düşüncelerle sordu görücüleri. Eğer çoban “Ağam bunlar uğursuzun hırsızın tekidir sakın verme” dese bile kulağı duymayacak kızı hemen verecekti. Ama Allahtan çoban “Temiz fukaralar ağam, yalnız oğlan biraz kekeme gibi konuşur, birazda ağır işitir yinede sen bilirsin” dedi. Ağa çokda düşünmedi, tabi ben bilirim dedi ve gerisin geri Ayşanın evine gitti.

Tak tak kapıyı çaldı, sekmende içeri girmeden hemne lafa girdi.
-Gelenler iyi bir kısmetmiş temiz insanlarmış, Kadınlara gelince deki bizim için münasiptir, erkekleriyle gelip kızı istesinler
Ayşanın Güssümü, Ağasının oğullarından birine vereceğine dair olan son umududa o an uçup gitmişti ve
-Tamam ağa sen nasıl münasip görürsen dedi ve ağasını yolcu etti.

Ertesi gün kadınlar neredeyse daha gün yeni sökerken çıka geldiler. Maksatları belkide evi ansızın basıp kadının temizliğini ölçmek ve erken kalkıp kalkmadıklarını bilmekti. Keşke bilselerdi, Ayşayla kızı yıllardır şafak yıldızıyla uyanıyor, çoğu zaman yataklarını bile sermeden eğirdikleri yumaklara başlarını koyup uykularını öyle alıyorlardı.
Ayşa kadınları içeri buyur etti, kadınlar busefer lafı dolandırmadan pat diye açıverdiler.
-Ayşaba bizim hayırlı iş noldu, danıştın mı Ağana
-He ya danıştım Fadime, Ağam uygun gördü inşallah kısmetse olur, münasip bir zamanda beyinle birlikte buyrun gelin dedi.
Fadime Ayşabadan olur cevabı alınca birden kararıp kararıp geçen yüzü aydınlandı ve içinden bir oh çekti. Sonunda Asımını everip çırası yakabilecekti. O demesinde kim oh desin. Kadıncazın oğlan askerden geldğinden beri beri eltisiyle gitmediği ev, çalmadığı kapı kalmamıştı. Asımına kız bulacam diye az mı çarık çorap eskitmişti. Ama Allaha şükürler olsundu, sonunda eli yüzü düzgün bir kısmet bulmuştu. Kız biraz oğludan küçük, çocuk denecek yaştaydı ama kendiside o yaşlarda gelin olmuştu. “Çocuklarıyla birlikte büyür” diye düşündü. Etraftan Güssüm için pek iş güç bilmez diyolardı ama “Gelin kaynanasının eğesinde yetişir, ben ona öğretirim” dedi kendi kendine. Daha Ayşabanın evinden kalkmadan kafasında Asımını evlendirmiş ilk torunun kucağına bile almıştı. O an ondan bahtiyarı yoktu, evine seke seke gideceksin deseler, çocuk gibi seke seke giderdi.
-Tamam Ayşaba biz yine bizim heriflerle size bu perşembe geliriz.
-Haydi Allahaısmarladık, selametle deyip, uçar gibi koşar gibi Ayşabanın evinden ayrıldılar.

Eğelim Bükelim Ayfer

İlti: Elti
Tezektirmek: Göndermek
Mimlemek: İşaretlemek, kafasına koymak
Safdirik: Saf
Zala: Zeliha


Saturday, August 19, 2017

SİYİR 1-GÖRÜCÜ

-Kumşeytanı nolacak, yükleyin göçünü bir at arabasına gitsin.
-Kocasının bakmadığına biz mi bakacaz anam!
Dedi büyük gellaba. Kocasıda çaresiz Ayşanın bir kaç parça eşyadan oluşan göçünü bir at arabasına yükleyip, arkasında kalan boşluğada Ayşayı ve kızını oturttu.
-Hadi bacım selametle, sen en iyisi memleketinde dön dedi ve uğurladı Ayşayı.

Onca çeyizle geldiği evden iki kilim bir halı ve bir kaç parça bakırla ayrılan Ayşanın içi burkuldu, “nedi benim herif başımda durmadı, körolasıca, boyu posu devrilesice, ocaam söndü” diye kahırlandı kendi kendine. Ama elden ne gelir, şu dünyada olmadık yok, kul olanın başına herşey gelir. Yükünün arkasına oturunca içine ok gibi birşeyler saplandı ama “Onca akrabaam var, gardaşım var bana sahip çıkarlar” diye düşündü, ve takıl tukul, memleketinin kumlu, taşlı yolunu tuttu.

-------

Dışardan bakınca yerle bir gibi gözüken ama içine girince tek odalı bir ev olduğu anlaşılan küçücük bir toprak evde yaşıyordu Güssüm ile anası. Evin bir oyuğu gibi duran penceresi, ya yanlışlıkla oyulmuş ya da biri sonradan yıkıp “Alın size pencere” diye bir aralık açmıştı sanki. Pencere mi baca mı ne idüğü belirsiz birşeydi. O kadar ufaktı ki gün doğunca içeri ışık zar zor sızıyor, yeni günün başladığı ancak kapıyı açıp içeri güneşin atmasıyla anlaşılıyordu.
Akşamları gaz lambasıyla tek odayı aydınlatıp, gün boyunca bitmek tükenmeyen bilmeyen el işinin devamını yine bu sönük ışıkta ana kız yapıyorlardı. Işık cılız olmasına cılızdı ama birde akşam vakti dışarı sızmasın diye, pencereden bozma oyuğa kara bir örtü tutarlardı. Neme lazım uğursuzu var hırsızı var, yatlısı yaramazı var. Tek başlarına yaşayıp giden ana kız, bırak sırlarını cılız ışıklarını bile sızdırmadan, yok gibi yaşayıp gidiyorlardı.

Odada bir kaç sıra yastığı, Ayşabanın gelinliğinden kalma bir el dokuması halı, köşedede yataklarını gündüzleri toplayıp sardıkları yüklükleri, yüklüğün altında Güssüm için dokudukları bir kaç tülü ve kilim vardı. Sabahları kalkınca yataklarını ve yorganları yüklüğe koyar, üzerinide yine elde dokudukları sumatla sıkıca sararladı. Odanın bir duvarında da, ufak perde gibi gerilmiş çaput arkasında duran bir bacaları vardı. Bu öyle, şimdinin bilindik başında dumanı tüten bacalarından değil, dikdörtgen şeklinde duvara oyulmuş, anasıyla kızının esvaplarını dürüp büktüğü bir nevi dolaptı aslında. Sekaltında birkaç tabak çanak, gaz ocağı, ıprık, leğen ve bir kaç öteberi vardı. İki kişilik ev halkının bütün mutfak eşyaları bunlardan ibaretti, ama sanki çok eşya varmışta dağılmaları muhabilmiş gibi, köşede üst üste derli toplu duruyorlardı.

Başta bir baba olmadığı için Ayşaba onun gesisi yıkar, bunun ekmeğini yapar, koyununu kuzusu sağar, eline verdikleri üç beş kuruşa kanaat edip akrabasının karaltısında geçinir giderdi. Kararltı dediysem, gerçekten de gölgeden öteye geçmeyen bir korumaydı bu. Akrabası, “yalnız kadın içimize alalım, karalım katalım, bu iki kapılı handa o da gelsin geçsin” dememiş. Yok öyle bedavadan yemek, çalışsın ekmeğini taştan çıkarsın demişler. Gerçektende ayşaba ekmeğini kayalardan taşlardan çıkarmış ve eşinin dostunun işçisi olmuş. Kızı Güssümüde gönüllerinin el verdiği her işe sürmüşler. Bu çocuktur, anası zaten gün boyu it gibi koşturuyor bari bunu bırakalım demek yok, kız acızık sivterince Güssümü de o iş senin bu iş benim koşturup durmuşlar. Çocuk nihayetinde, işe koşarşın ama bazen kediye tavuğa takılır işi unutuverir. Olacak o ya Güssümde bir keresinde gurk tavuğun altında yumurta çatladımı diye merak edip başında otura kalmış. Bunu gören evin gelini, güssüme kalk bile demenden beliklerini öyle bir asılmışki çocuğun belikleri elinde kalmış.

Evevlden başta erkeğin yokluğu kadın için tam bir yükmüş. Ne akraba tam sahip çıkıyor ne de çalışmanın tam karşılığı veriliyor. Gün boyu elin işinde gücünde ordan oraya debelenip durmakla geçecek olan bir ömür, birde eşinin dostunun merhametinebağlıydı. Vargücünle çalışmanın yetmediği yerlerde var. Milletin iftirası, kötü gözü ve sözü, canla başla çalışırıken anında zımzık gibi sırtına iniverir. Bunca işin gücün ve dedikodunun arasında, birde elinde kız çocuğu varsa vay haline. Onu elalemin diline düşürmeden el kapısına çıkarmak, Ayşabanın artık yegane amacıydı.

Güssüm artık azıcık daha sivrilmiş ve bu etraftaki konu komşunun ilgisini çekmiş olacak ki eve, kaybolan tavuğunu aramaya, süpürge istemeye, boncuk satmaya gelenler çoğalmıştı. Anası kimini kapıdan çeviriyor kiminede evdeki süpürgeyi veriyor ve bir şekilde uğurluyordu gelenleri. Artık gelenin bahtına bazen kapıya Güssüm çıkıyor, bazende anası. Ayşabayı görenlerde, “Gııy tavuğum kaybolduydu da burda mı diye baktıydım” deyip kös kös evlerinin yolunu tutuyorlardı.

Artık tavuk aramaya gelenlerden biri Güssümü iyice gözüne kestirmiş olacakki bu sefer ertesi gün eltisiyle birlikte kuşluk vakti çıka geldi.
Güssüm bulaşığını yıkamış, evi, sekaltını, kapı önünü süpürmüş ve oturmuştu örgüsünün başına. Anasıda sobanın yanında, yazın köye göçtüğünde kendi üç beş keçisinden hazırladığı tiftik yününden eğirdiği iple çorabını örmeye oturmuştu. Sonra kapı birden arkasında alacaklı varmış gibi tak tak kapı çaldı.

Ayşaba sekmene çıkıp seslendi
-Kimo?
-Biziz Ayşaba Körasımlının Fadime.
-Buyrun, buyrun Fadime, geçin içeri.

Körasımlının yolu hiç buraya düşmezdi. Bu hafta içinde gerçi birkez tavuk aramaya birde süpürge istemeye gelmişti ama bu sefer öyle dümdüz, sabahın köründe eltisiyle birlikte çat kapı gelmişlerdi. Kadınları daha kapıda görünce Ayşabanın özüne damıvermişti, bunlar besbelli görücüydü. Ne mahalleleri aynı mahalleydi ne sülaleleri aynı sülaleydi, birde sabah vakti elin kadını ne diye çıksın gelsindi?

Evin kapısı o kada ufaktı ki, dışardan gören burda kesin cüceler yaşıyor derdi. Görücü Kadınlarda çarpmamak için başlarını eğerek içeri girip odaya geçmişlerdi. Anam oda bildiğin hap kadar bişi, nefesi bile iktisatlı alırsın bitmesin diye. İki adım atsan, kapıdan dip sedire ulaşıverirdin. Ama gelen görücüler, odanın her deliğine her çatlağına kadar şöyle iyice bir göz gezdirecekler ya, adımlarını küçülte küçülte karınca hızında kımıl kımıl ilerlediler. Gözleriyle taramadıkları tek bir oyuk tek bir yıkık, tek bir halı deseni kalmamıştı. Adımlar en sonunda onları dip sedire ulaştırdı ve geçip pencerenin önünedeki tülünün üstüne oturdular. Başladılar fısır fısır konuşmaya.
-Gadın fukara ama temiz belli
-Heye essah dedin. Onun bunun işinde koşturayım derken evi hiç boş koymamış. Ufacık ev amma derli toplu.
Sonra Ayşaba arkalarından girdi ve tülünün diğer ucuna doğru kadınların yanlarına oturdu.
-Hoşgeldin Fadime nassın
-İyiyim Ayşaba sen nassıın.
-İyiyim saol. Sende hoşgeldin Zehra nassın
-İyiyim Ayşaba sen nassın.
-Saolasın dünya telaşı, koşuşturmaca işte, yuvarlanıp gidiyoz.

Sorgu faslının ardından lafın ağzını ufaktan açmışlardı. Ölen koyunlarından, dokudukları namazlalardan, kaybolan tavuklardan, evlenenlerden çıkanlardan sonra sıra sebi ziyaretlerini konuşmaya geldi.

-Ayşaba, biz seni uzaktan biliriz, pek temiz fukarasın. Bunca zaman, çalıştın çabaladın, gendine yettin. Maşallah gızda evlilik çağına gelmiş. Eğer bir mehiliniz minasibiniz yoksa Allahın emri peygamberin gavliynen senin Güssüme talibiz.

Tam bu sırada Güssüm elinde, gaz ocağında pişirdiği iki kahveyle odaya girdi. Yokluk diz boyu, olan kahvede ancak bin yılda bir gelene, utandık misafire, ikram edilirdi. Ondan evdeki son kahve tanelerini, yere dökmekten korka korka, dikkatli bir şekilde cezveye koyup elinden geldiğince köpürterek pişirmişti. Anasının seneler önce buraya gelirken getirdiği, at arabasında kırıla kırıla üçe düşen fincanlarından ikisine kahveleri koyup girdi içeri. Misafirlere kahvesini ikram edip, dizini büktü ve elinde tepsisiyle bir köşeye oturdu.

-Valla ne diyeyim Fadime, bir dizesine dayısına sorayım, bir danışayım. Dayısı ne der bilmem ki?
-Tamam Ayşaba tabi etrafına sor, bizide sor soruştur biz yine iki güne senin kapıyı tıkılatırız, dedi

Küçücük fincanlardaki kahveler sanki, peygamberin dularla okuyup ashabına içirdiği süt bardağı gibi, bir türlü bitip tükenmek bilmiyor, içtikçe içiyorlardı. Aslında kahvenin bitmeyeceğinden değilde yokluğun gözü kör olsun işte. Herşeyi tasarruflu kullanayım derken bin yılda bir yapılan kahveyide bir yudumda hüp diye içemiyorlardı. Yavaş yavaş, anca bir konuşup bir kaç damlayı ağızlarına düşürüyor, bir sürü dedikoduyu, gaçanı göçeni, minicik fincana sığdıra sığdıra içiyorlardı. En sonunca kahveler ve dedikodular bitince

-Haydi allahaısmardık, biz yine sizi bir iki güne yoklarız, dediler ve zaten hemen omuzlarında olan poçularını başlarına geçirip bu sefer hızlı adımlarla konuşa konuşa evlerinin yolunu tuttular.

Eğelim Bükelim Ayfer

Anca: Ancak
Baca: Dolap yerine kullanılan duvara dikdörtgen şeklinde oyulan oyuk
Çaput: Çabut, kumaş
Dip sedir: Odanın genellikle pencere önünde olan ve misafirin oturtulduğu kısmı
Divana durmak: Gelinle damadın kolkola girip ayakta durması
Essah: Sahi
Gaçan: Sevdiğine kaçan kız
Gııy: Kız, seslenme
Gurk tavuk: Civciv çıkarmak için altına yumurta konan tavuk
Iprık: İbrik
Özüne dammak: Sezmek, tahmin etmek
Kımıl kımıl: Yavaş yavaş
Namazla: Eldokuması halı
Nassın: Nasılsın
Nedi: Ne diye
Poçu: Kadınların dışarı çıkarken üzerlerine aldıkları örtü
Sumat: Eldkomuması, kalın bez.
Siyir: Düğünlerde Gelinle damadın divana durduğu sırada etrafın geline damada bakmasına denir
Zımzık: Yumruk


Monday, August 14, 2017

Buğday ve Süt: Sütlü Yarma

Buğday ve süt neredeyse üretilecek her ürünün içinde bir şekilde olmayı başarmış önemli katık malzemelerindendir. Değişik şekil ve içeriklerde, yemeklerimize lezzet katmış ve katmaya devam etmektedirler. Örneğin zaman içerisinde buğdayı ezmişler büzmüşler bundan yarma yapmışlar. Bakmış olmamış bunu birde sütle yumuşatıp tekrar öğütmüşler bu sefer yağlı düğürcük olmuş. Yok olmadı bunu birde kenevir ve melengiçle öğütelim demişler, ve bu sefer melengiçli düğürcük olmuş. Arkadaş bunu birde sade öğütelim sonradan içine ceviz katalım ve bir güzel dövelim demişler, bu seferde ortaya "döğme" çıkmış. Bu yazı, katıla karıştırıla, dövüle öğütüle bir hale koyulan buğday ve sütün hikayesidir.

Sütlü yarmada yine bu karışımın en önemli ürünü olup, yaz gününün vazgeçilmez yemeklerindendir. Bir tasa konan yarma, sütle ıslatılıp bir kaç saat bekletildikten sonra afiyetle yenir. Güneşin yakıcı sıcağı altında koyun sağımından ya da gütmeden geldikten sonra, tek katlı toprak köy evinin gölgesine oturup, dinlene dinlene yenebilecek en güzel katıklardandır. Yaz günü köy yerinde işten güçten dolayı bazen yemek yemeye bile vakit olmaz. Hatta kimisi, yüklük üzerine koyduğu bir tas peynir ve şebit ekmeği girip çıkarken sıkınarak(rulo yaparak) sabah kahvaltısını yapmış olurdu. Bu yoğunlukta sütlü yarma, bir iki güne bir hazırlanabilecek en hızlı ve lezzetli yemeklerdendir. Yaz günü, sütün bolluğu sebebiyle, hemen hemen her gün yapılabilmektedir.  Güze doğru ise, koyunların sütü çekilmeden, bu sefer daha büyük miktarlarda yapılan önemli kış hazırlıkları arasındadır. Kışlık olarak yapılanın yazın yapılandan farkı ise, sütle akşamdan ıslatılan yarma, sabaha kadar bekletilir ve sonra güneşe serilerek bir iki gün kurutulur ve bu karışım çuvallanarak değirmende öğütülür. Bu öğütülmüş halinede "yağlı düğürcük" denir.

Eskiden, şimdiki gibi fındık fıstığın bol olmadığı, yokluk zamanlarında , buğdayı bir şekle hale koyup çerezide bundan üretmek gerekti. Yağlı düğürcük, adı üstünde misafire ikram edilebilecek en önemli ikramlıklardandır. Yerken ne kadar da insanı rezil edip uğraştırsada, ağızdan geçip mideye düşene kadar damakta bıraktığı lezzet, onu vazgeçilmez yapar. Bence bu sebeple inatçı ve bir o kadar da insanı uğraştıran bir karakteri vardır. Kolay kolay kendini ele vermez. Kaşık ağzına gelene kadar bir miktar yere dökülür, dökülmediyse, sanki yiyen kişi yetişkin değilde çocukmuş gibi ağzını yüzünü kirletir. Ağzına atmayı başardıysan, doğrudan mideye inmekte yok, illa bir genzine sıçrar ve seni ağlatır. Ama en nihayetinde, belki bunca çabanın sonucu olarak, verdiği lezzetten kopamazsın ve kaşık kaşık tekrar yersin. Bu hırçın yemeği bazen kimisi çay şekeriyle tatlandırır, kimisi olduğu gibi hapır hupur yer. Kimsede yerken birbirini kınamaz "Aa üzerine döktü, çocuk gibi ağzını kirletti" diye. Nihayetinde düğürcük bu, olduğu gibi bütün hırçınlığıyla ve inatçılığıyla yer bulmuştur mutfağımızda.

Bu arada "yağlı düğürcüğü" kafana göre her yerde bekletemezsin, yoksa ımzır ve tadı acır. Buzdolabının olmadığı zamanlarda ayşeneler evlere göre daha soğuk olduğu için düğürcük buralarda bekletilirdi. Misafir geldiğinde evin gelini ya da kızı koşa koşa gider, düğürcüğü hemen alır gelir ve ikramlıkları hazırladı.

Yağlı düğürcük o kadar değerli bir çerezdir ki, gelinlerin "heybesine" de (çerez sandığına) konurdu. Heybede bundan başka, fındık, fıstık, ceviz , akide şekeri, lokum gibi kuruyemişler ve tatlılarda bulunur, kırk gün boyunca misafire ikram edilir ve eğer biten çerez olursada çarşıdan tecinirdi. Ama ne yalan söyleyeyim bence en makbulü "yağlı düğürcüktü".

Gelin heybesine ayrıca, melengiç ve kenevirle öğütülen yarmadan yapılan  "melengiçli (menengiç) düğürcük"te konurdu. Bununda inatçılıkta olarak yağlı düğürcükten aşağı kalır yanı yoktur ama lezzet farkı vardır. Daha çıtır kıtır, insanı yedikçe yedirten, "dur bir kaşık daha alayım, yok tabağı bitireyim" dedirten bir bağımlıklık yapar.

Bunların dışında, bu iki düğürcüğe göre daha halim selim ve bir o kadar ağır, oturaklı olan "döğme"de gelin çerezinde yer alırdı. Düğürcük ile cevizin karıştırılıp havanda dövülmesiyle yapıldığından mıdır bilinmez, eskilerin deyimiyle tam bir "osmanlı"dır. Tabağa konulduğu yerde kalır, kaşığa sorunsuz dolar ve hiç uğraştırmadan ağır sakin yenilmesine izin verir.

Döğme, diğerlerinin aksine önceden gelinin heybesine konmaz, kaynanada bulunan düğürcük ile günü birlik olarak yapılır. Örneğin akşam misafir mi gelecek, düğürcük bir iki saat kadar su ile ıslatılır. Ceviz içi, havanda  dövülür ve içine ıslatılan düğürcük ve çay şekeri katılır. Ta ki macun olana dek, hepsi birlikte iyice dövülür ve  evde varsa "Altın Halilli" porselenine konur.  Zaten gelin heybesinde olup döğme ikramına en çok yakışan porselenlerden birisidir "Altın Halilli". Kenarları ismine yaraşır şekilde altın sarısı, geline yakışacak şekilde incecik ve kibar, içine konulan çerezi alçak gönülllüklükle öne çıkaracak şekilde genellikle beyaz olurdu.

Yeri gelmişken anlatayım, yengemin döğmeside pek meşhurdu. Kadın maşallah hiç erinmez pek ivedenlikliylidi. İki taşın arasında misafire çay verirken döğmesini yapar getirirdi. Ne ara yapar ne ara döver anlamazdık. Misafire kadar "tak tak" havan dövme sesi ulaşmasın diye arkada kara damda ya da sandık odasında, döğmesini hazırlar getirirdi. Ne çok meşakkat varmış, ama lezzetin temelini belki hep bu meşakkat oluştururdu.

Buğday ve süt, yıllar içinde oluşan kültürün üzerinde yükseldiği en önemli yapı taşlarındandır. Günümüze kadar değişe değişe gelmiş bundan sonrada değişerek devam etmeye kararlı bir ikili.



EĞELİM BÜKELİM AYFER
Ayşene:Aşhane, ekmek yapılan, salça kaynatılan çamaşır yıkanan yer
Döğme: Ceviz şeker ve düğürcüğün havan ile dövülmesiyle oluşturulan macun kıvamındaki çerezlik.
Düğürcük: Yarmanın daha incesi, öğütülen yarmadan eleme ile ayrılan ince kısım, çok ince bulgur.
Imzımak, Imzır: Yiyeceğin acıması, bozulması
İvedenlikli: Eliçabuk, becerikli Elinin altında hep malzemesini bulunduran kişi
Karadam: Ev içinde olan, içinde dip ocağı, (ekmek yapılan yemek yapılan çamurdan ocak) olan göz
Sıkınmak: Ekmek içine konan malzemeyi rulo yaparak sıkmak
Şebit ekmek: Yufka ekmek
Tecimek: tedarik etmek
Yarma: Pilavlık bulgur
Yüklük: Evin bir köşesine yatak, yorganın üstüste konulup bir örtüyle kapatılmasıyla yapılır

Tuesday, August 8, 2017

ZÜVERLİK (ÜZERLİK)

ZÜVERLİK (ÜZERLİK)

Başa yokluk gelince insan elindekilerle ne çok çareler üretirmiş, bence züverlik bunun cevabı. Faydasını say say bitmez. Eve asarsın süs olur, külünü kullanırsın çamaşır temizler, olmadı bir de çatlatırsın nazara, kem göze perde olur.

Eskiden çamaşırlar yığın yığın olur ve elde tek sabun kalıpla yıkanırdı. Sert ve kireçli sularımızda sabunu köpürtmek mümkün olmaz, sabun biter köpük çıkmazdı. Ee bir de her zaman nerden sabun alacaksın. Dedem hatta bir keresinde eve sadece bir kalıp sabun almış ve "Masraftan öldüm yaav" demiş. Yokluk insana, elindekileri kullanmayı öğretirmiş. Yumuşatıcı yok, para yok bu su nasıl yumuşayacak diye düşünürken, çok güzel bir yöntem bulmuş eskiler. Sert suyu yumuşatmak için öncelikle, deste yapılan züverlik kurutulur ve temiz bir toprak üzerinde yakılır. Biriken kül, beyaz bir bez torbaya doldurulur ve çamaşır suyu için kaynatılan kazanın içine sarkıtılır. Çamaşır suyunu yumuşacık yapır ve sabunu bir güzel köpürtürdü.

Birde nazar diye bir gerçeğimiz var. Yeri gelir ayna çatlatır, cam kırar, ve hatta insanı devirir derler. Eskiler bile "Kem göz, deveyi bakıra, insanı çukura koyar" demiş. Yine yokluk diz boyu, birde ucunu bucağını bilmediğin birşey nazar, nasıl baş etceksin. Tabiki bu sefer züverliği çatlatıp kokusundan faydalanarak.

Sobadan alınan köz üzerine, kurumuş züverlik konulur ve çatlatılırdı. Dumanı, üzerinde nazar olduğuna inanılan kişiye doğru üflenir ve "Gitsin nazarlık, gelsin gözellik (güzellik), elemterefiş kem gözlere şiş" denirdi. Sonra çatlatılan köz, içinde soğuk su bulunan tasa dökülür ve eğer suya dökülürken şöyle "cossss" diye bir ses çıkarırsa "Anaam sende nazar var" denirdi. En son işlem olarak bu tas, genellikle evdeki bir çocuğa verilir ve "Bunu yola dök, arkana bakmadan kaçrak gel" denirdi.

Züverlik birde eve ferah bir koku vermesi için kullanılır. Kışın hep cam çerçeve kapalı, evdeki yemek kokusunu gidermek ve evi tütsülemek için, yazdan toplanıp bir ipe tespih gibi dizilen züverlik,  soba üzerinde çatlatılırdı. Sobada çıtır çıtır yanarken çıkan ince duman ve koku rahatlatıyor olacak ki bazısının uykusunu getirirdi. Nazar gitmiş bir de ev tütsülenmiş, bunu üstüne ancak güzel bir uyku çekilir.

Hep tütsü olacak değil ya, züverlik bir de düğün evini işaret etmek içinde kullanırdı. Düğün başlangıcında bir demet züverlik, ayna, ve renkli graplarla (ince tülbent) süslenen elek, evin önüne asılır. Konu komşu, gelen geçen, eğer duymamışsa evde bir düğün yapıldığını anladı. Ayrıca gelinin ayağı uğurlu gelsin, nazarlardan kem gözlerden korunsun diye bir sacta yakılan züverliğin üzerinden gelin, üç kez atlatılırdı.

Ya yakılıyor ya asılıyor, bunu bir kaynatan yok mu, diyenlere de başka bir uygulamasını anlatayım. Yapmışlığımı yok ama, duyduğuma göre, kimileri züverliğin elmalarını toplar ve kaynatırmış. Konu komşu karın ağrısına iyi geldiğini söylerlerdi.

Son olarak, goca Allahım ne güzel yaratmış, faydası say say bitmez, böyle bir nebat (bitki) ancak bir türküye yakışır demişler ve eklemişler.

"Evlerinin önü züverlik,
Allah vermiş Fadimeye gözellik"




Tuesday, July 18, 2017

AKIL YIKAMA


"Ne kadar aptalca olsa da fikirlerini tekrar et"
"Karşındakinin son kelimelerini ve beden dilini taklit et"
"Mürit kazanmak için sürekli tekrar eden kısa ezgiler kullan"
"Yeterli uyku uyumasını önle"
"Yeni müridi grup içinde, eleşritiye maruz bırak"
"Bu cemaatin dışındaki dünya korkutucu bir çok günahla dolu, de ve hemen sevgi bombardımanına tut "
"Dini lider Allahın hatasız bir habercisi, bir dostudur ve biz gibi günahkar kulların olamayacağı kadar Allaha yakındır. Bizim her yaptığımız dini liderimize malum olur. Allah tarafından kendisine verilen bir lutufla geleceği bilir."[1]

Sonra arada bir konuşmalarına düşünmeyi öldüren beylik laflar ekle
-Herşey çok güzel
-Allahın bilinmeyen yolları vardır
-Bizler günahkarız [2]
-Koskoca hoca bilmeyecek te sen mi bileceksin!

Ve yeni müritlerin koşar adım akın akın gelsin cemaatine, grubuna. Eğer bir cemaat kurmak istemiyor ve sadece bir kişinin beynini yıkayıp sulandırmak istiyorsan da aşağıdaki adımlar tam sana göre!

Şimdi senden tacizci diye bahsedeceğim lütfen alınma! Ee bir nevi taciz canım seninkide! Psikolojik olarak insanı parçalara ayırıp un ufak ediyorsun. Sana başka bir takma ad bulamadım ne yazık ki. Beynini yıkamak istediğin kişiyide kurban olarak anacağım. Kısa bir birgilendirmeden sonra haydi bakalım beyin yıkamaya!

Tacizci normalde insani olarak nitelendirebileceğimiz duygulardan yoksundur, dolayısıyla hissetmez. Muhtemelen çocukluk yıllarında yaşadığı suistimaller ya da akli dengesizlik , erken yaşlarda duygularından kopmasına neden olur.[3] Peki nasıl sosyal ilişkilerini hissetmeden yürütür? Bunun cevabı, insanların davranışlarını gözlemleyip bu davranışları doğru biçimde taklit ederek. Bu yolla karşısındakini istediği gibi yönlendirip yoğurabilir. Olaylar karşısında normal bir insan gibi duygu durumu yaşamadığı için, yaptıklarından suçluluk durmaz. Çünkü suçluluk duygusuna sahip değildir![4] Muhtemelen bu sebeple tacizci, yaptıklarının sorumluluğunu almaz ya da karşısındakini suistimal ettiğini kabul etmez. Kurbanın, onun davranışları karşısında sergilediğin korku, gözyaşı vs.'yi tacizci sadece, kurbanın kendisini  manipüle etmek için kullandığın araçlar olarak kabul eder ve tabiki bunu yemez!

Peki bu Taciz sürecinin adımları nedir dersen işte, Robert J. Lifton'dan birkaç adımda "Beyin yıkama süreci " [6]


1. Kimliğe saldırı (Assault on identity)
Tacizci kurbanın kimliğine, benliğine saldırarak onu yıkmaya,  parçalamaya başlar ve kendi kişiliğinden şüphe duymasını sağlar. Örnek saldırılar:
- Parayı tutma konusunda iyi değilsin!
- Dini yönün zayıf!

2. Suçluluk (Guilt)
Sürekli yaşanan tartışmalar ve tacizcinin hoşnutsuzluğu (muhtemelen tacizci bunuda uydurmaktadır) kurbanda suçluluk ve utanma duygusu yaratır. Bunun sonucu olarak kendisinin bir cezayı hak ettiğini düşünür.

3. Kendi kendine ihanet (Self-Betrayal)
Kurban, ailesinin ve arkadaş çevresinin ne kadar değersiz olduğunu düşünmeye zorlanırsa bu, kurbanın kimliğini tamamen parçalar ve suçluluk duygusunu güçlendirir. Ayrıca ait olduğu geçmişinden koparır ve oluşacak yeni kişiliği için zemin hazırlar.

4. Kırılma noktası (Breaking Point)
Depresyon, ani ağlamalar, sinir krizleri, panik atak, yoğun bir korku ya da ölüm korkusu, bunların hepsi kurbanın kırılma noktasına ulaştığında sergilediği semptomlardır. Kurban "ben kimim" algısını bilinçsizce kaybetmeye başlar "kendi kendinin tamamen yok olması" korkusunu yaşar.

5. Hoşgörü (Leniency)
Kurban bu kırılmayı artık taşıyamaz duruma gelince tacizci çok küçük bir ilgi ve hoşgörü göstererek kurbanın kendisine sonsuz şükran (gratitude) duymasını sağlar. Ardından işkenceye devam ve ardından tekrar hoşgörü. Kısır bir döngü ile kurbanın düşünce sistemini felç eder.

6. İtirafa zorlama (The compulsion to confess)
Tam kırılma nıktasına ulaşmışken sunulan hoşgörününde bir bedeli mevcut olup bu da, kurbanın kesinlikle tacizcisinin tam da  dediği gibi bir kişi olduğunu itiraf etmesinden geçer.
-Evet haklısın paradan anlamıyorum, bütün maaşım senin
-Evet dini yönüm zayıf, kendimi dine adıyorum
-Evet kültürsüz cahil biriyim. benden birşey olmaz

7. Suçluluğun yönlendirilmesi (The channeling of guilt)
Kurbanın sonsuz suçluluk ve utanç duygusu,  kendi kimliğine yapılan saldırılarla ve mesnetsiz suçlamalarla birleşince kurbanda kafa karışıklığı meydana gelir. Artık kurban, "Herşeyi yanlış yaptığının" yoğun duygusu altında ezilir. Tam bu aşamada tacizci, kurbanını istediği düşünce ve doğrultuda yönlendirir ve bu gidişat kurbanda, "bu zamana kadar öğrendiği herşeyin yanlışmış" "Hayatımın şuan gittiği yön doğru" duygusu oluşur.

8. Yeniden eğitim: Mantıklıca iki paralık etme (Reedeucation: Logical dishonoring)
Kurban, tamamen işe yaramaz biri olduğunu kabul eder ve bunun eski yaşamı ve bilgileri yüzünden olduğuna inanır. Bunun sonucu olarak önceden sahip olduğu ve değer verdiği öğretilerin yanlış olduğuna karar verir ve bunu tacizcisiyle paylaşır ve artık bütün eski fikirlerinden ve değerlerinden kurtulmak istediğini söyler. Bu, kurbanın kendi benliği tamamen inkar  etmesine neden olur ve tacizcisi tarafından hazırlanan yeni kişiliği kabul etmesini sağlar.

9. İlerleme ve Uyum (Progress and harmony)
Kurban kendini özkimliğinden sıyırıp tamamen eski öğretilerinden boşaltınca içinde bir boşluk oluşur ve vakum gibi tacizcinin iyi/kötü doğru/yanlış ve fikirlerini ve ya yeni ideolojiyi  içine çeker. Bunun karşılığı olarak kurbana uygulanan acı ve cezalar azalır.  Yeni ideoloji kurbana tanıtılır ve  bu sırada tacizci açık ve gizli olarak eski fikirlerin ne kadar yanlış ve günah dolu olduğunu, buna rağmen yeni ideolojinin ne kadar mükemmel olduğunu vurgular.

10. Son itiraf ve yeniden doğum ( Final confession and rebirth)
Eski fikirlerin ait olduğu geçmişin sonsuz acısı ve günahı ile yeni ideolojinin sunduğun geleceğin tozpempe pırıltısı arasındaki derin fark, kurbanın geçmişe olan son bağlarınıda koparmasını ve yeni ideolojinin kabuğuna tamamen bürünmesini sağlar.  Bu bazen kendini dini bir ritüelle pekiştirilir. Örneğin Kurban yeni ideolojiyi bütün benliğiyle kabul ettiğini cemaatine ilan eder ya da liderine tamamen bağlı kalacağına yemin eder. Ya da törenle birlikte bazı sembolik objelerin öpülmesi ile yeni  doğum pekiştirilir. [3,4,5,6]

Doğdu da ne doğdu dersen, ismi cismi farklı olmasına rağmen aklı tacizcisinin aklı olan bir varlık doğdu. Düşünmeyen, sorgulamayan, kendisine verileni sorgusuz sualsiz yapan, sapa sağlam bir bağile grubuna bağlı olan, pür-i pak bir inançla yeni ideolojisine inanan bir varlık kaldı. Peki bu sana tanıdık geldi mi? 

Düşünme ve akıldan sıyrıldıktan sonra geriye ne kalır, Allah ne demiş gel en son buna bakalım

“Onların çoğu zanna (temelsiz inançlara, peşin hükümlere) dayanırlar. Halbuki zan, hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez.” (Necm 28)

"Ey insanlar! Size bir örnek verildi. Şimdi ona iyi kulak verin. Sizin Allah’tan başka taptıklarınız bir sinek dahi yaratamazlar, hepsi bunun için toplansalar bile. Eğer sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan kurtaramazlar. İsteyen de âciz, istenen de." (Hac 73)

"Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir" (Araf 179)
Referanslar
1. "Top 10 Brainwashing Techniques, GEORGE EDWARDS APRIL 29, 2016" http://listverse.com/2016/04/29/top-10-brainwashing-and-mind-control-techniques/
2. "What is a Thought-Terminating Cliche? posted by John Spacey, July 07, 2016" http://simplicable.com/new/thought-terminating-cliche
3. " How Your Abuser Brainwashed You " http://verbalabusejournals.com/about-abuse/brainwashing-intelligence/brainwashing-steps/
4. "How Did You Brainwash Me? "https://www.healthyplace.com/blogs/verbalabuseinrelationships/2012/06/brainwashing-abusive-relationships/
5. Sandra L. Brown, M.A. "Women Who Love Psychopaths"
6. Robert Jay Lifton, "Thought Reform and the Psychology of Totalism", W.W. Norton & Co., Inc., 1963

Monday, July 10, 2017

KUNDAKLA KEFEN


Kundakla Kefen arasında ne çok benzerlik var! İkiside yeni dünyaların başlangıcında giydirilir. Hem cenaze hem de bebek, geldikleri dünyanın acemileri olduklarından mıdır bilinmez, sıkıca sarıldıktan sonra yatırılırlar beşiklerine. Birini annesi tahtadan beşikte sallar,  ötekini dünya topraktan beşikte!

Sonra birde bebekle cenaze arasında şöyle bir benzerlik var.  Doğumdan aylar önce başlar aile efradı yelek, battaniye örmeye, bebeğin kıyafetlerini ve odasını hazırlamaya. Cenaze için de önceden göçüp gidenler diğer tarafta hazırlık yapıyor olmasın, kim bilir? Belki bundandır, önceden rahmetli olan eş dostun ölüme yakın rüyaya girmesi ve kendi aleminde bir hazırlık telaşına düşmesi. Belki sınırın diğer tarafındakilerde seviniyorlardır, yakınımız ahbabımız gelecek bu taraf şenlenecek diye!

Diğer bir benzerlik de rüya ve ölüm arasında. Einstein ne doğru demiş zaman göreceli bir kavram diye. Aynı zamanda zaman, hem değişken hem de güvenilmez. Genç iken başka, yaşlı iken başka bir hızda akar. Mesela uyandığında, görüdüğün rüyanın saatlerce sürdüğüne kesin kez emin olabilirsin hatta bundan romanlar çıkarabilirsin ama  rüya gördüğün süre toru topu 20, 30 saniyeyi geçmez. Şaşırtıcı değil mi? Şimdi bir üst katmana çıkıp günlük hayata dönelim. Örneğin son verilere göre Türkiyede ortalama yaşam süresi yaklaşık 75 sene. Bu dünyayı ahiretin bir uyku hali gibi ele alalım. Bir ayettede Allah, ölen kişilere sorar "Dünyada ne kadar kalnız diye" ve cevap verirler "bir gün ya da bir günün bir kısmı kadar kaldık" derler ve Allah "Çok az bir zaman kaldınız, keşke bilmiş olsaydınız" der (Müminun 112,113,114). Yani neredeyse 75 sene yaklaşık olarak 1 tam ahiret gününe ya da bir kısmına tekabül ediyor. Çok ilginç değil mi? Kimse rüyası için uğraşmaz sabah kalkınca unutur gider. Ya gerçekten uyanınca benzer bir duyguyu bu dünya içinde hissedecek olursak?

Bence bu katmanlara göre zaman kavramı Başlangıç (Inception) filminde çok güzel ele alınmış. Şöyleki, her bir rüya katmanına girdiğinde süre, önceki katmana göre 20 kat uzuyor. Eğer İlk katmanın 1 saniye harcamışsan bu ikinci katman 20 saniyeye ve üçüncü katman 400 saniyeye tekabül ediyor. Buna göre, diğer dünya, bu dünya ve rüya dünyasını iç içe geçmiş katmanlar olarak düşünürsek, bu katmanların da birbirine göre olan zaman oranı nasıl olurdu acaba? Haydi yapalım:

Bir insan  günde ortalama 8 saat uyur ve bir rüyanında ortalama süresi ise 20 saniyedir. Dedik ya zaman göreceli ee o zaman bu 20 rüya saniyesini 8 dünya saatine eşitleyelim. O zaman örneğin, 75 dünya yılı uyuyacak olursak bu da yaklaşık olarak 23 rüya saate yani yaklaşık 1 rüya güne denk gelir. Bu sefer ahiret gününün bu dünyaya olan oranına geçelim.  Ayete göre (Muminun 112,113)  dünyada harcanan ömür, ahiret zamanının yaklaşık bir güne tekabül ediyor. Yani yine ortalama 75 dünya yılından gidersek bunun aşağı yukarı 1 ahiret gününe denk geldiğini söyleyebiliriz. Dolayısısyla hem 1 rüya günü hem de 1 ahiret günü yaklaşık olarak 75 dünya yılına tekabül ediyor.

1 rüya günü= 75 dünya yılı= 1 Ahiret günü  (Eşitlik 1)

En uzun süre dünyada olduğu için acaba bu sıralamada en alt katmanı dünya mı? Neden derseniz filmde de rüya katmanlarında ilerledikçe süre uzuyor. Yani en derin rüyada en uzun süre yaşanıyor. Yoksa hepimiz çok derin bir uykuda mıyız?

Ayrıca, eşitlik 1'e göre 1 rüya günü yaklaşık 1 ahiret gününe eşit. Buna göre acaba rüya diye gittiğimiz yer sınırın diğer tarafı mı? Yoksa her gece ölüp ölüp tekrar diriliyoruz da haberimiz mi yok?

Bu sorular sürüp gider. Dolayısıyla bütün bu benzetmelerin, hesaplamarın özü, yani uzun lafın kısası şu. "Başlangıç" (inception) filmini izlemek lazımmış.

EMİR ALLAHIN!


-Gııız goş git yingengile habar it, çabuk gelsinler hele! diye bağırdı gellaba
Sekaltında Yasin okuyan İrebiş, hemen kalktı ve ebesinin evine koşar adım gitti.
-Ebeee, Yingeee, tak tak tak!  Acele bize gelin, anam çağırdı.
-Vakti geldi dimek! Boşuna düşümde deve kervanı görmediydim zaar! dedi ebe

Üç gündür artarak devam eden kalabalık, üzerlerine ölü toğrağı atılmış, ağır aksak hareket eden mezar taşları gibiydi. Ali emminin sekarat haline girmesi, fısır fısır konuşmaları artırmış, hastanın nefesini dinleyenler iyice çoğalmıştı.
-Bu dünyayla alakayı kesmiş!
-Abov abov yatıyor iradesiz.
-Yönünü öte dünyaya dönmüş.

Uzun süredir hasta olan Alemmi (Ali emmi) ikindinden sonra sekarat haline girmişti. Nasıl mı anladık girdiğini? Artık etrafında eşi dostu yoktu da, görünmeyen bir kalabalık vardı. Onlara söylenip ağladı, nasihat etti, sonra yavaş yavaş gözlerini evin tavanına dikti. Sanki gerçekten bir iğne iplikle gözlerini birileri tavana dikip oraya sabitlemişti. Sınırın bu tarafında kalan bedenine ne olursa olsundu artık. Kesseler ruhu duymaz derler ya, ruhu durmuyordu. Sadece bedene bağlandığı ipleri birer birer koparıp uçma telaşına girmişti sanki. İpleride önce ayaklardan koparmaya başladı ve Alemminin ayakları buz gibi oldu. Bedenden kopan ip sayısı arttıkça yavaş yavaş bu soğuk üste doğru yayıldı. En nihayetinde son nefes boğazda bir hırıltıya dönüştü ve "üf " der gibi birazda güler gibi nefes verdi ve geçindi.

Emmi ruhunu teslim edince, kalabalığın üzerindeki ölü toprağıda silkelendi ve bir koşuşturmaca başladı gitsin. Artık oraya buraya çarpa çarpa yürüyen ve konuşan mezar taşlarına dönüşmüştü hepsi. İlk mezar taşı zora kötek, homurdana homurdana çıkardı cümleleri kovuğundan.
-Emir allahın Gellaba!
Hepsi bunu beklermiş gibi ağızlarından dökülüverdi kelimeler.
-Rahmetli, güler gibi gitti sanki,
-Emir Allahın!
-Mubarek günlerde geçindi!
-Emir Allahın!
-Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun!

Bu kısa Emir Allahınlar artık uzadı ve iş, yakınlarda Emminin ölümüne işaret eden rüyaları anlatmaya geldi. İlk olarak, komşu kadın başladını dün gece gördüğü rüyasını anlatmaya.
-Gellaba dün gece düşümde rahmetli beyimi gördüm, kapının eşiğinde oturuyordu. Ne yapıyorsun dedim, eve misafir gelecekte, anam evi cılalıyor, onu bekliyorum dediydi.

Bu sefer emmoğlu başladı anlatmaya
-Dün rüyamda rahmetli anam, göç yükletmeye geldik dediydi. Aliyi göçürmeye gelmiş dimek!

Aliemminin ölümü, diğer taraftakileride bir telaşa sevketmiş olcak ki onlarda kendi alemlerinde başlamışlardı yeni gelecek misafir için hazırlığa. Telaşları birer ikişer bu taraftakilere malum olmuş, rüyalar, yorumlar, dualar kar topu gibi büyüdükçe büyümüş ve her yeni gelenle birlikte rüyasına rüya, duasına dua katmıştı.

Evin için dolduran mezar taşları, eski ölümlerden de zihinlerinde kalan garip hatırları Alemminin ölümüne katarak harmanlıyor, yeni cenazeler için kafalarda hazırlık yapıyordu. Ağızlar bire taş kovuğuna dönüştüğü için içinden çıkan kelimelerde havada asılı kalıyordu sanki. Biri uzansa harfleri tek tek ipe mandallayabilir, bunlardan anlamlı anlamsız bir sürü cümle oluşturabilirdi. Eee bir taştan çıkan cümlede havada yüzecek değil ya, olsa olsa ele gelen, çamaşır gibi mandallanan birşey olurdu.

Emmi öbür dünyaya uçmuştu uçmasına da, vakit ikindini geçtiği için defin ertesi güne kalmıştı. Nedendir bilinmez ama adettendir, gece ölü defnedilmez. Mazallah mezar açayım derken yerin dibine giden uğursuz bir kapı aralanır da, defin için gelenleride yutuverir diye heralde.

Evin içindeki hareketli mezar taşları mırıl mırıl konuşmaya, dua etmeye başlamıştı bile.
-Bismillahirrahmanirrahiiim. Elhamdulillahii rabbil alemiiiin.
-Rahmetli ne güzel gitti, gidecee yeri gördü sanki
-Errahmanirrahiiiim
- Sağlığında bir Allahın kulunu incitmemiştir
- Maliki yevmiddiiiiiiin
- Ailesine iyi bir baba, iyi bir ata oldu,
- İyyakenağbuduu ve iyyakenesdaiiin
- Boyu devrilesice, devrildi gitti zaati!
-İhtinassratalmustakiiiiiiim
-Başı yerde evinden işine, işinden evine giderdi
-Sratallezine enamte aleyhim
-İşin aslına erdi gari
-Gayrilmagzubi alyhim velazzaaaaliiiiiin

Dualar okundukça rahmetlinin arkasından konuşulanlar da duanın arasına sarılır ve bir "üf" le cenazenin üzerine serilirdi. Sonra yeniden duaya başlanır, konuşmalar yine, okunan ayetlerin arasına karışır. Sadakallahulazime kadar karışa aşureye dönen dua, yine bir "üf"le rahmetliye ikram edilirdi.

Ertesi gün, hoca efendi emminin vefatını çevreye ilan etmek için çıktı minareye
-Esaaalaa tuesaala mun aleyk
-Aleyke yaa seyyidena....
-Cenaze merhum, hacı mahallesinden ahmet oğlu ali, cenaze öğle namazına müteakip merkez camiinden kaldırılaracaktır. Allah rahmet eylesin

Ölmekle bu dünyadan kurtuldun diye kim demiş daha sela verilecek, kefenlenecek, gömülecek, cüzler okunacak, taziyeler kabul edilecek, kırklar çıkacak... cek.. cak.. Sonu gelmeyen hazırlıklar, ölümün bile sonlandıramadığı bir telaş bu tarafta sürer gider.

Avluya taşan kalabalık, ocak yakıp kazanla su kaynattı. Son kez bir yıkayıp paklamak, birde guslünü aldırmak için emmiyi avludaki gerinin içine getirdiler. Hoca efendi emmiyi kefenledi tütsüledi hazırladı sal yolculuğuna.

Emmi Sal tahtasına kondu ve kelimei tevhidli yeşil bir örtüyle örtüldü. Sal taşıyıcılar evin uşağına seslendi
-Hakkınızı helal edin, uğurlar olsun
Emmi, mezar taşları üzerinde elden ele yüzerek camiye, musalla taşına ulaştırıldı.
İmam efendi başladı anlatmaya
-Cemaatı müsliimin bu dünya geçicidir... Aliemmiyi öbür tarafa uğurlamak, ona olan son borcumuz, cenaze namazını ifa etmek için toplandık...Aliemmi iyi insandı, sağlığında camiye hep devam ederdi... Şöyleydi... Böyleydi...Haydi cenaze namazına Allaaahuekber!

Namazın en ilginç tarafı dört tekbir getirilerek kılınması. Doğdum Allahuekber, reşitim Allahuekber, kamilim Allahuekber, rahmetliyim Allahuekber.

İmamefendi cemaatten üçkez hellallık istedi.
-"Aliemmiye olan haklarınızı helal ettiniz mi,
-Helal olsun" .
Cenaze musalladan alındı yine elden ele yüzerek bu sefer son durağa, kabre getirildi.

Kazıla kazıla derinleştirilen kabir, sanki ölü uyanıp kaçacakmış gibi, bir de alt yana doğru kazılıp sapması yapılır. Maksat ölüyü buraya yerleştirip sabitlemek. Ölü yerleştirildikten sonra, kalkması hiç mukabil olmasın diye üzeri bir de kerpiçle örtülür ve açık yerlerine ot basılır. Bunun bir sebebide cenazeyi üzerine atılacak topraktan korumaktır. Nasıl bir ikilem bu, hem toprağa gömüp hem toğrağın değmesini istememek, hem öldüğünü bilmek hemde öldüğüne inanmamak gibi birşey. Yani anlayacağın Aliemmi, burdan çıkış yok! Bir delik bile bırakmadan örttüler kabrini!

Ölü kabre yerleştirildikten sonra, başlar büyükler toprak atmaya
-Hadi bismillah, ya Allah
Bir iki toprak atan kenara çekilir ve genç olanlar toprağı mezara doldurur. Minik bir tepeciğe dönen mezarda Alemminin yattığı belli olsun diye baş ve ayakucuna birer kerpiç konur ve toprak ıprıkla sulanır.

Gömülmenin sonuna doğru imam Yasinden ayetler, Tekasur, İhlas, Felak, Nas surelerini, Bakara suresinin ilk beş ayetini ve Fatihayı okur. Devamında İmam efendi ile cenaze yakınları, mezar başında daire oluştururlar ve imam dalkın (telkin) verir.  Annesinin adıyla Alieemiye seslenir

-Ayşe oğlu Ali, söylediklerimi tekrar et!
-Tamam imamefendi
-Verdiğin sözü hatırla
-Neydi o söz imamefendi

Hoca Kelimei şehadet getirerek kabirde, en sık sorulan sorulara geçer

-Rabbin kim, Allah
-Kitabın ne, Kuran
-Peygamberin kim? Hz. Muhammed a.s
Bunları bir güzelce hatırlatır Aliemmiye. El fatiha denip mezarın başından ayrılınır. Mezarlığın dışına gelince tekrar bir daha Fatiha okunur, ve taziyeye gelemeyecekler orada"Emir Allahın" ya da"El hükmü lillah"  deyip ayrılırlar.

Defin işlemi tamamlanıp dualarda yapılınca taziye için, elde boş bir sal ile, cenaze evinin yolu tutulur.
Taziye evine gelenler biliyorsa kurandan bazı ayetler okur ve "Emir Allahın" deyip kalkarlar. Bilmiyorsada kimi "Allah iman kuran nasip etsin" der kimiside "Ölüm geldi cihana, baş ağrısı mahana (bahane)" deyip çeker gider.


Eğelim Bükelim Ayfer

Düş: Rüya
Deve kervanı: Yerelinanışta rüyada görülen deve kervanı azraile işarettir.
Dalkın: Telkinin yöresel söylenişi. Ölüye temel dini bilgilerin hatırlatılması şeklinde yapılır
Geçinmek: Ruhunu teslim etmek.
Gellaba: Gelin ablanın kısaltılmış yöresel hali. Evdeki büyük gelinler için kullanılan tabir.
Geri: Gerilen iplere çarşafların asılmasıyla oluşan tepesi açık çadır. Ölünün yıkaması esnasında yapılır
İrebiş: Rabianın dönüşmüş yerel versiyonu
Iprık: İbrik, su taşıma kabı
Mahana: Bahanenin yöresel söylenişi
Uşak: Ev ahalisi
Sapma: Kabrin alt yan kısmına kazılan ve cenazenin içine yerleştirilebileceği büyüklükte olan yer.
Sekaltı: Aslı seki altıdır. Hol, evin giriş kısmı
Yinge: Yenge
Zaar: Zahirin dönüşmüş versiyonu. Görünürde belli olan demek zahir. Zaar da sanırsam anlamında kullanılıyor.
Zati: Zatenin yöresel söylenişi

Saturday, July 8, 2017

VIZZIK


Güzel Türkçemizde aslının, vızık yani "sivrisinek" olduğunu düşündüğüm bir kelimedir vızzık.

Durmadan boş boş konuşuyor musun, milletin işine gücüne olur olmadık yerde burnunu mu sokuyorsun, boş gezenin boş kalfası mısın? Helal sana, sen tam bir vızzıksın!




Örneğin yeni bir ortama girdin ve toplumun kalbur altı, boş beleş kısmından sıyrılıp kalbur üstüyle sohbet etmek istiyorsun. Ama bir türlü bilemiyorsun ki kim vızzık kim değil. Kimsenin alnında da yazmıyor ne olduğu. Oraya basma kaya var buraya basma kuyu var derken, bazen vızzığın birine saplanır kalırsın. Bunu fırsat bilen vızzık, konuştukça konuşur seni, senle alakası olmayan olay yumağının içine sarar. Aslında vızzıkk tam bir bataklıktır. Kurtulmak için hı hı..,  evet'lerle geçiştirdiğin monoloğu, vızzık ne yazık ki tam bir diyalog sanır ve seni bataklık gibi içine çeker. Kurtulayım diye debelenirken kelimeler çamurunun içine gömülüp gidersin. Bitmek bilmeyen, ipe sapa gelmez hikayeler, anlamsız dert yanmalar, tanımadığın insanlarlarla alakalı uçsuz bucaksız bilgiler, dedikodular sana akar akar akaar!
O an Ahh yeter artık.
-Vızzık suuus.
-Ferek seni,
-Yeter yinli,
-Yıldın yine
-Yil önü!
Demek istersin ama diyemezsin. Çünkü sen sosyal ortamın bir parçasısın. İnsanlara düzgün davranmak istiyorsun. Ee birde bunu söylersen pişman olursun. Ne yapacaksın, işte bunun çaresi "Viztan 3.2.0" "Vızzık Tanıma gözlüğü" Kullanımıda çok basit.

Yeni bir sosyal ortama girmeden önce vızzık tanıma gözlüğünü gözüne takıyorsun. Sen herkese hızla bir göz atarken "Viztan" senin için ortama saklanan vızzıkları bulup kırmızıyla işaretler. Eğer vızzığın birine yaklaşacak olursan gözlük, sadece senin görebileceğin bir kızmızı alarm vererek seni uyarır. Eğer sohbet edeceğin kişiyle ilgili "Viztan", herhangi bir alarm vermiyorsa, iç huzuruyla sosyal kaynaşmanı gerçekleştirebilirsin.

Bu gözlüğün birde vızzık savıcı özelliği mevcut, nasıl mı? Örneğin, vızzığın biri usulca çaktırmadan yanına doğru yaklaşıyor. Tam sohbet açamaya yeltenirken gözlük, sap kısmının ön tarafında bulunan küçük açıklıklardan, çaprazlamasına birer bant fırlatıp vızzığın ağzını senin için kapatıyor. Ve o daha ne olduğunu anlamadan, lafı ağzına tıkayıp bir güzelde bantlamış oluyorsun. E daha ne olsun!

Viztan 3.2.0
Bakkallarda, marketlerde heryerde.Alıp gönül rahatlığıyla kullanabilir vızzıkları kolaylıkla savuşturabilirsin.

Eğer "Viztan 3.2.0" serimizden memnun kalırsan bir sonraki "Burtan 4.09" serimizlede tanışabilirsin. Bu seride ise, "Burtan" sosyal ortamda kaynaşmak isteyip de bir türlü tespit edemediğin kalburun üstünün üstü kişileri senin için işaretler. Sosyal kaynaşmanı hızlandırmak içinde, günün saati ve ortamın moduna göre çok düşük frekanslarda bir müzik çalar. Ortamı senin için hazırlayarak sohbetin kıvama gelmesini sağlar. Bir Bürtan almadan sakın sosyal kaynaşma yaşama!
***
Bu yazımı vızzıklarla hep bir şekilde başı dertte olan sevgili kardeşime armağan etmek istiyorum.

Eğelim Bükelim Ayfer:

Vızzık: Tanımlaması için lütfen üstteki yazıya bakın
Yinli: Hafif, basit, yılık
Öneze: Normalde söylenişi nazal "n"ile olup "öğenze" gibidir. Haddini bilmeyen insan
Ferek: Vızzığın ileri versiyonudur. Kızdığında "vay vızzık vay",  "vay ferek vay" denir.
Gıı:Konuşmada seslenme, kız kelimesiden türeye türeye gııı olmuştur
Yılık: Hayrına çok gülene, çok konuşana denir. "Hay yılık dur, bir yılma" şeklinde

Tuesday, May 23, 2017

SÜREYYA İLE BÜYÜK AYI

Bir varmış bir yokmuş (Once upon a time), bir zamanlar içinden nehir geçen bir köy varmış. Seksen sekiz köylünün bir kısmı nehrin öteki tarafında diğer bir kısmınında beriki tarafında yaşarmış. Bu köyde birde mutlu mesut yaşan yedi kız kardeş varmış. Bu kız kardeşlerin hepsi birbirinden öyle güzelmiş öyle güzelmiş ki, boğa gibi kuvvetli babaları onları hep sol omuzunda taşırmış. Gün olmuş zaman geçmiş, kız kardeşlerden en büyüğünü amansız bir hastalık yakalamış. Hastalığın şiddetiyle zamanla zayıflamış, bir deri bir kemik kalmış yavrucak. Boğa babası evladının derdine deva bulmak için,  arabacıyı çağırıp köyün kendi tarafındaki yakasında ne kadar hane varsa kapı kapı dolaşmış. Nehrin kenarında oturan ünlü hekim koça, bilge balığa ve hatta elinde şifalı bir et olur diye avcıya bile gitmiş ama bir türlü deva bulamamış. Hastalığı iyice ilerleyen kız, artık ışık ne de gülücük saçar olmuş. Birgün diğer kız kardeşleriyle nehre su almaya giden baba hasta kızı evde yalnız bırakmak zorunda kalmış.  Uzaktan uzağa hep yedi kızı gözetleyen iri kıyım ayı, bunu fırsat bilip hasta kızı kaçırmış. Boğa babası sudan gelip kızını bulamayınca, diğer kızlarıyla birlikte düşmüş ayının peşine. Düşmüş düşmesine ama yol gittikçe büyük ayıda gitmiş ve bir türlü yakalayamamış. O gün bu gündür yakalanamayan büyük ayının adı "yedi haydut"(1), artık en büyük kardeşleri olmayan kızların adı da kimine göre Peren, kimine göre Pervin, kimine göre de Süreyya ve Ülker olmuş. 

Yazık bu kızlara ve babaya, allahın cezası ayı diyenlere işin esasını anlatalım. Olay aslında gökyüzünde, uzay boşluğunda geçiyor. Hikayedeki karakterlerden ise Yedikız kardeş: "Ülker yıldızı", boğa gibi kuvevtli baba: "boğa takımyıldızı", yedi haydutta: "büyük ayı"dır. Bu kız kaçırma olayının esası ise bundan çok evvel (Babiller zamanı), ülkerin yedi yıldızıda net olarak görülebiliyormuş ama şu an yıldızlardan sadece altısını görebildiğimiz için böylebir kaçırılma hikayesi uydurulmuş. Yılın bazı zamanlarında büyük ayı (ursa major), boğaya yaklaşıp uzaklaştığı için, kızı kaçırsa kaçırsa bu kaçırır demişler ve işte dilden dile dolaşan bu mitoloji oluşmuş.

Havaların ülker fırtınası nedeniyle soğuk gittiği bu günlerde (Mayıs 18-22 civarı) ülkerin doğumundan bahsetmek istedim. Ama bu sefer biraz mitolojik biraz bilimsel bir bahis olacak. Olayın bilimsel bahsine gelince son zamanlarda keşfettiğim, astronomi ve uzay üzerine güzel bir site var, Fourmilab. Siteye girenler farkedektir, sitede online akıllı gökevi (interactive planetorium) var. Akıllı gökevine bulunduğunuz şehrin koordinatlarını girdiğinizde gökyüzünde bulunan gezegenleri ve takımyıldızları rahatlıkla gözlemleyebiliyorsunuz.

Tam bu günlerde ülkerin (M45) doğuşunu göstermek için Mayısın 17 ve 23 'ne göre gökyüzü fotoğrafı aldım. Ayın 17'sinde ülker henüz güneşin arkasında iken 23'ünde güneşin önüne doğru gelmiştir. Muhtemelen bir kaç güne kadar, gün doğumu esnasında güneşin kuzeyine doğru net olarak görebiliriz.


Şu altı kız mı yedi kız mı adı herneyse, yazın gece baksam nasıl görünür diyenlerede işte cevabı (2)


Birazda ülkerin güneşe göre olan görüntülerini aldığım sitenin kullanımından bahsedeyim. Gökyüzüne ilgili olup, takımyıldızları ve gezegenleri merak edenler için kısa bir örnek yapalım.
  1. /www.fourmilab.ch/yoursky/ adresine tıklayalım
  2. "Observing site" kısmından örneğin Ankaranın enlem (Latitude) ve boylamını (Longtitude) girelim: Latitude: 40 North, Longtitude: 33 east.
  3. "Make Sky map" e tıklayalım
  4. Oluşturulan ilk harita kargacık burgacık olduğu için biraz bir iki değişiklik yapalım:"Boundaries" teki tiki kaldıralım, "Image size" 1000 pixel yapalım ve "Font size"ı 0.5 yapalım.
  5. Örneğin Eğer gece 3 te gökyüzü nasıl olcak diye merak ediyorsanız "Universal time" kısmından örneğin 2017-05-23 00:00:00 yazalım (Türkiye +3 UTC geride olduğu için 0 UTC'ye  göre saati yazıyor) (3)
Akıllı gökevine baktığınızda doğan batan yıldızlar, ve gezegenler sizi efkarlandırırsa hiç korkmayın yalnız değilsiniz. Televizyonun ve internetin olmadığı devirde, insanların en büyük eğlencesi, gökyüzündeki açık hava sinemasıydı. Hayal gücününde muhteşem katkısıyla, doğan ve batan her yıldız, tek tek birbirine iliştirilmiş ve sonra şöyle bir bakılmış, acaba bu neye benziyor diye. Demişler ki, iki boynuzu gibi birşeyi var bunun adı boğa (taurus) olsun. Şu altta kollarını açan takımın adı avcı (orion), şu üsttekininki de arabacı (auriga) olsun. Artık ster boğayı, taşısın ister yedi kızı demişler. İşte al sana 88 takımyıldızının (constellation) ve yunan mitolojisinin çıkış hikayesi.

Aa dostlar kör olasıca herif kaçırdı gül gibi kızı diye bağırmadan önce, dur bir dinle teyze! Aslında olay yukarda bir yerde geçiyor. Ayrıca, laf aramızda kalsın köylülerin dediğine göre kızında ayıda gönlü varmış, kendi kaçmış diyorlar. Ayı kızı istemiş babası vermeyince sevdasından yataklara düşmüş diyorlar. Baba nehre suya gidince kız bunu fırsat bilmiş kendi kaçmış diyorlar. Ben dedikoduyu sevmem ama, inan 88 köylünün dilinde bunlar vallahi!


Kaynak

Monday, May 22, 2017

GOŞAN (KOŞAN)

İç anadolunun vazgeçilmez dönüştürme isteği kelimelerde de karşımıza çıkar ve yöremizde "K"lar söylene söylene "G" ye dönüşür. Normalde "koşan" dememiz gerekirken, dilde eğreti durduğu için,  e birazda yöre diline olan yatkınlık sebebiyle halk arasında "goşan" denir. Ama yazarken, yazımda eğreti durduğu için ben de "koşan" olarak devam edeceğim.

Koşan kısaca, koyunların sağılmak üzere karşılıklı olarak bağlanıp sabitlenmesidir. Kısacası buda uzuncası nedir diyenlerede uzuncasını aktaralım.

Öğleyin eve gelip suyunu içen koyunlar, sağma işleminin başlaması için birbirinden seçilir. Seçme derken bayağı "Sen erkeksin oraya, sen dişisin buraya, sen bu yıl kuzulamadın, oraya!" diye birbirinden ayrılır. Ama ne ayrımcılık ne ayrımcılık sorma gitsin! Ayrımcılık bir yana seçimin ana maksadı, sağım sırasında koşuma sadece sütlü hayvanların katılabilmesi ve sağımın hızlı bir şekilde yapılabilmesi için yoz ve sağmal davarın birbirinden ayrılmasıdır. Normalde yoz ve sağmal olan koyunlar, birazda yaşın verdiği tecrübenden de olsa gerek, sağım sonu yatacakları yere ayrı ayrı giderler. Ama bazen de, işte tecrübesizliğin gözü kör olsun, yatacağı yeri karıştıran koyunlarda olur. Bunu önlemek için, koyunun su içtiği havuzun kuyuya uzak olan ucuna, iki kişi durur ve gideceği yeri karıştıran koyunları hemen kendi grubuna yönlendirilir. Örneğin henüz bir yaşındaki kuzular (toklu) yeni yetme oldukları için genellikle gideceği yeri tam olarak kestimezler ve bazen sağmalların arasına karışırlar. Eğer olaki yanlışlıkla bir toklu sağmal içine koşulursa, sağıma alışkın olmadığı için zıp zıp zıplar ve koşana koşulan diğer ağır ve oturaklı koyunlarıda, sabit durmadığı için, rahatsız eder. Dolayısıyla genç ve tecrübesiz davar yerini yurdunu sık karıştırır.

İlkbahar aylarında suyunu içen sağmallar hiç vakit kaybetmeden koşana giderken, yazın ise bir süre dinledirildikten sonra koşulurlar. Koyunlar sağıldıktan sonra koşan koyrulur (koşan ipinden hayvanlar çıkarılır) ve kuzuyla anaları emiştirilir. Genellikle serbest kalan annelere kuzuları meleye meleye gelir ve annelerini sürü içinden bulup emmeye başlarlar. Ama bazen, karakter bu ya, kendi kuzusunu emzirmek istemeyen annelerde olur ve bunlara "deli şişek" denir. Anne isminin hakkını tam olarak verecek ya, deli gibi kendi kuzusundan kaçar onu emmesin diye tekmeler. Huysuz bir anne olduğu için ve kenarda aç bir yavru beklediği için mecburen çoban anayı tutar ve kuzunun emmesini sağlar. Ne yazık ki bu emdirme süresi kuzu için yeterli olmaz. Çünkü, eğer annesi sakin hanım hanımcık olsaydı, kuzu annesini dura dura emecekti. Ama tek seferde yapılan emdirme, kuzuya yetmediği için karnı bir türlü doymaz ve kedisini emdirecek gönüllü "süt anneler" aramaya başlar. Bazen bunu meslek haline getirip her annenin sütünü tatmak isteyen, doysa da tekbir anneyle yetinmeyen kuzularda olur ve bunlara "yiğe" denir.

Sürü içinde bazen "Deli şişek" annelerin aksine, kendisinin bile olmayan kuzuları kabullenen  anaç "anafurcu" koyunlarda olur. Ama işte onun bunun kuzusunu beslemekten sütü azalan koyunun, kendi kuzusuna sütü yetmez ve zayıflayan kuzu "hırık" düşer. Oda annesinden tam beslenemediği için onu emzirecek başka gönünllü anneler aramaya çıkar ve oda "yiğe olur". Nihayetinde iki uç karakterdeki, "deli şişek" anneyle, "anafurcu"  annenin kuzuları bir türlü doya doya kendi annelerini ememedikleri için, ikiside "yiğe" olur ve o anne senin bu anne benim diyip sürüde tatmadıkları süt denemedikleri anne bırakmazlar. Birbirleriyle geçinmesi çok zor olan bu zıt karekterli anneler için, evlatlarının bu kadar benzemesi muhtemelen bu çok talihsiz bir durumdur.

Kuzuların anneyi emmesi bitince, bu sefer anadan kuzu seçilir (ayrılır), kuzu çardağa kapatılır ve sağmal davar yoz ile karışıtırılarak kıra çıkartılır. Tamamen otlanıp karnı doyunca akşama doğru gerisin geri çardağa döner.
Uzun lafın kısası, ne gündü ama!



--------------------------
EĞELİM BÜKELİM AYFER
Anafurcu: Kendisinin olmayan kuzuyuda emziren daha saki tabiatlı koyun
Ağır: Ağır başlı
Goşan: Sağmal koyunların örkenle birbirine bağlanıp sağım için hazırlanması. K nin yumuşatılması ile  zamanla goşan halini almıştır.
Hırık: Zayıf, cansız,çelimsiz
Kıra çıkarmak: Yerel şived edoğru söylenişi "Gıra çıkarmak" olan koyunları merada otlatma işlemi
Örken: Goşan esnasında sağmal koyunları boğazlarından birbirine karşılıklı olarak bağlanmasını sağlayan, yünden eğrilip kalın bir şekilde örülen örgü ip.
Eğirmek: Keçiden koyundan kırkılan yünlerin ip haline dönüştürülme işlemi. Eği ( yünü inceltmede kullanılan İnce uzun çubuk,), ağırşak ( Eğinin dönerken hız kazanması için ucuna takılan ahşaptan yapılıp eğinin içine oturabileceği bir deliği olan yarım küre şeklindeki alet), sağsı (Eğinin kolayca dönmesi için tabanın konan küçük tabla. Dönme işlemi kolay olması oyulan ahşap tahtaya katran dökülür ve kulpu kırılan kaşık içine oturtulur. )
Sağmal: İçinde bulunduğu senede kuzulayan ve sağılan koyunlara denir
Sağancı: Koyunu sağan kadın
Seçilme: Yoz koyunların sağmaldan ya da kuzuların annelerinden ayrılma işlemi. Hergün yayılımda ve su içmede bileşen koyunlara uygulanan birbirinden ayırma işlemi.
Şişek: İki yaşını tamamlayıp kuzulayan dişi davara denir.
Toklu: Bir yaşını tamamlamış erkek kuzuya denir
Tülü: Yumuşak olması için kaba ve uzun ilmekli olan dikdörtgen şeklide elde dokunan, tüylü ve küçün halı. Elde dokunan halıya göre renksizdir. Keçiden koyundan kırkılan yünler eğrildikten sonra boyama yapılmadan dokunur.
Oturaklı: Nerde nasıl davranacağını bilen, ağır başlı
Yayılım: Koyunun otlatılması
Yeni Yetme: Henüz yetişmiş, genç tecrübesiz
Yiğe: Her koyundan süt emmeye çalışan kuzu. Hertafa girmeye sokulmaya çalışıp yemi, bostanı yiyen koyun
Yoz: kuzulamayan ve kısır dilerlerle erkek davarlara denir)