Monday, August 21, 2017

SİYİR 2-AGA

Ayşaba gün boyu ufacık penceresinin kenarında oturup ağasının evine gelişi gözledi. Konuyu nasıl açacaktı, ağası birşey der miydi, acaba ağası eşref saatinde miydi, şu Körasımlıya kızı versemiydi, şöyle miydi böylemiydi derken kadının kafası davul gibi şişmişti. Akşam ağasının, herzamanki gibi elinde okka okka sebzelerle evine geldiğini görünce,biraz bekleyip seyirte seyirte hemen karşısında evine gitti. Ağası sofraya oturmuş, çal kaşık yemeğini yiyordu, kendini o kadar çok yediğine vermişti ki Ayşabanın içeri girdiğini bile görmedi. Kendini nasıl vermesin, sofrada o gün için ne ararsan var, Çorbasından kebabına, tatlısından pilavına yok yok. Yemeğini yerken, iyiki bu ikinci karıyı almışım demekten kendinide alamıyordu. Ee o kadar mal mülkün içinde ağa tam tam takır kuru bakır bir sofrada yemek yiececek hali yoktu ya. Allah rahmetli babasına vermiş, babasıda ona. Rahmetli babası nur içinde yatsındı, adama sürü sürü koyun, parsel parsel tarla, bırakmıştı. Ağanın tek işi bu malı kendi çifte hanımıyla ve çocuğuyla bir güzel yemekti.

Ayşaba ise kız evladıydı, gittiği kapıda tutunmasını bilseydi elbette o da o kapının malını yerdi, ne demişler tekkeyi bekleyen çorbasını içer. Ama bizim kızda avratlık ne gezer. Ahlakı eksik, pis, müsrif bir kadını kim neylesin. Kocasıda bunu anlamış olacak ki çok geçmeden karısını kızıyla bir başlarına bırakıp çekip gitmişti. Erkek olarak malın varisi oydu. Ayşayada ancak, çalışmasının hakkı neyse o düşecekti. Ee oda biraz çalışkan, temiz olaydıda hakkını alaydı, ağasının öfkesini gazabını her seferinde üzerine çekmeyeydi.

Bunlar Ağanın Ayşabayı her görüşünde kafasından hızla geçen günlük düşünceleriydi. Bu düşünceleride kolay kolay edinmemişti. Çifte karısının özellikle Zalanın emeği çoktu.

Ayşa içeri girdi ve sanki biraz yayılıp otursa evi kirletecekmiş gibi, kapı ucuna iki dizini bükerek oturdu ve ağasına korka çekine görücü lafını açtı.

-Ağa, Körasımlıdan Güssüme dünür var. Dün Körasımın Fadimeyinen iltisi geldi. Ne dersin, bilir misin hiç bunları?
-Nerden bulmuşlar sizi hay Ayşa, uzaktan bilirim.
-Bende bilmem Ağa amma dün çıktı geldiler, sen bir sor soruştur, münasip görürsen hı diyelim gelenlere
-Tamam Ayşa, Bizim çobanın dayılarıydı heralde ona bir sorayım hele.
Ağa Ayşanın yüzüne bakmadan diyeceğini dedi, öyle Ayşayı soframa mofraya da davet etmedi. Ağa sevmezdi öyle kadınla çocukla birlikte yemesini. Birde bacısı öyle pek hayırlı birşey değildi ki sofrasını açsın buyur etsin. Hiç gocunmadan, kadının açlığı tokluğu var mı diye sormadan, tabakları sildi süpürdü. Sanki arkasından atlı kovalıyormuş gibi hapır hupur koca koca lokmalarla önüne ne koyduysa yuttu. Ayşada oturduğu köşede biraz daha bekleyip, ağasından müsade alıp evinin yolunu tuttu.
Ne zaman ağasından çıkıp evine gitse, saraydan kümese giriyormuş gibi hissederdi. Ağasının evinin yanında kendi evi gerçekten kümese benziyordu. Zaten evi Ayşaya vermeden önce evin hali o kadar haraptı ki hayvan bağlasan durmazdı. Ama Ayşa elinden geldiğince bu kümesi adam edip, kızıyla kendine bir çıra yakabileceği bir köşeye, başlarını sokabilecekleri bir dama benzetmişti.

Ağanın yarınki işi belli olmuştu, çobana gidip gelen görücüleri sormak. Aslında sormaya ne hacet, kendisinin boy boy oğulları vardı Güssümü pek ala birine alabilir, kardeşinin kızını dışarı çıkartmayabilirdi. Hem, Güssüm yaşı küçük olmasına rağmen öyle yaşıtları gibi hoyratta değildi. Daha şimdiden ekmek açar, koyun sağar, evi tek başına çekip çevirirdi.

Ama işte Güssümü oğullarına layık görmüyor olacak ki, dünürcüyü soruşturmaya çıkmıştı Ağa. Niye layık görsündü ki? Kardeşini bir el kadını gibi göreli çok uzun zaman omuştu. Ayşa artık ona işini yapmaya gelen herhangi bir işçi kadından farksızdı. Yıllar içinde sağlı sollu iki karısıda, kafasını işleye işleye adamın sanki gözü kör olmuş, aynı anadan babadan geldiği bacısı kendisine el olmuştu. Tabiki Ayşa Ağasına birden el olmadı, ocağı sönüp baba yurduna dönünce çifte gelinler Ayşanın, kendilerine kaynatalarından kalan mala ortak olacağından korkmuşlar ve başlamışlar beylerinin kafasını ufak ufak kemirmeye. Aslında Ayşanın yokluğunda önceden birbirleriyle didişip dururken, görümcenin eve dönmesiyle birlikte kadınlar birbirine yaklaşmış sığınmış, Ayşayı karşılarına almışlardı. Ağanın kafasınıda artık Allah dillerine ne verdiyse onla doldurup doldurup boşaltmışlar.

Çifte gelinlerden biri, dışardan olduğundan kendisine Ağa baktığı, üzerlerinden elini çekmediği sürece Ayşayı pek önemsemezdi ama gelinlerin ilki, iş güç bilmeyeni ve daha fettanı olan Zala Ayşayı geldiği gün mimlemiş, bir şekilde avluda tezektirmeyi kafaya koymuştu. Ama nasıl? Gün olmuş Ayşanın namusuna iftira atmış Çoban Ayşalardan su içti diye, gün olmuş yediğine içtiğine karışmış, Ağadan gelen sebzeyi öylece çöpe atıyor köpeğe veriyor diye, gün olmuş evinin içine iftira atmış temizlik bilmiyor evi pislik içinde diye. Bari dinime söven müslüman olsa, bu dediklerinin hepsi tek tek Zalada fazlasıyla mevcuttu. Ağa zaten kadının şirretinden, iş bizmeliğinden, pisliğinden bıkıp ikinci hanımı almış hatta Zalaya isim bile takmıştı Gara Übük diye. Kadının sivri burnu çıkık şakak kemikleriyle birlikte her konuşmaya başladığında neredeyse gıdaklayacakmış gibi ard ardına bıkmadan usanmadan anlatması, lafları übükler gibi adamın kafasına sokması, kadını adamın gözünde tam bir tavuğa benzetmişti. Kadın bir başladımı susmak nedir bilmez kafasında kurduğu, attığı tuttuğu, yazdığı çizdiği ne varsa Ağaya gerçekmiş gibi tek tek anlatırdı. İşte ne demişler bir lafı kırk gün dersen bir büyü yerine geçermiş. Zala ağanın kafasını gece gündüz okuya okuya Ayşayı adamın gözünde, namuzsuz, müsrif ve pis bir kadına döndürmüştü. Ne demişler erkeğin aklı boş bir kap, kadın ne doldurursa adamın ağzından o dökülür diye, Ağada her seferinde karısının dolduruşuna gelir Ayşaya yapmadık eziyeti bırakmazdı. Çoban Ayşanın gizli kırığı mı dedi, daha işin aslını sorup suşturmadan, çat kapı Ayşanın evine girer saçından tuttuğu gibi koca avluda Ayşayı sürüklerdi. Ayşa gelen sebzeyi çöpe mi döküyor mu dedi, sittin sene artık Ayşalara, eve gelen onca sebzeden meyveden bir tek tane bile verilmezdi. Ayşanın evi pismiydi, artık yönünü döner evleri dipdibe olmasına rağmen “Bacım nassın” bile demeden, aylarca eve uğramadan geçer giderdi.

Ama konuma komşuya Ağasının Ayşayı yaptığı iylikleri anlatırken duysan şaşa kalırdın. Ağa ortada çifte gelinler iki yanında başlarlardı Ayşayı anlatmaya. Efendim Ayşa iş güçbilmezmiş, çıkmış gelmiş çocuğuyla ağası ona kol kanat germiş, onu açta açıkta bırakmamış, yedirmiş içirmiş. Ama Ayşa bunları hep inkar edip nankörlük etmiş, zaten kızı Güssümde kendi gibi pis, iş güç bilmeyen safdiriğin tekiymiş. Ağası olmasa bunlar acında ölürmüş. Allahtan Ağası varmışta bunların bütün nankörlüklerine rağmen karaltısında tutuyormuş. Falanmış, filanmış yalanmış, esahmış derken laflar dolar dolar ve akrabadan eşten dostan taşıp konumdan komşuya yayıla yayıla etrafa giderdi.
Ayşada gün boyu çifte gelinlerin işini görsün, kardeşi bin yılda bir gelecek olsa hemen altına minder sırtına yastık verip yere göğe koyamasın, bir dilden bir dile kızına dayısı hakkında tek bir laf ettirmesin neye yarar. Namuslu bir şekilde cahıraş çalışmanın, azıcık aşa kanaat edip, onca dayağa ve hakarete sessizce katlanmanın cezası daha çok yük sürme, aşağılama ve kızıyla sessiz soluksuz, kıyıda köşede yaşadığı hayatını daha çok zindana çevirmekten başka işe yaramıyordu.

Ayşanın adı pise çıkmıştı çıkmasına ama, o kadar lafı işitmesine rağmen gesiyi çamaşırı bedavan kim yuyup evi kim temizleyecek. Ayşa koş evi temizle, koş ekmek yap, koş gesiyi yıka diyip, çifte gelinler kadını gün boyu deli divane gibi kendi evleri arasında koşturup dururladı. Aslında Ayşa ikisinden de yaşça büyüktü ona aba demeleri gerekirdi ama, kadın bundan da geçmişti zaten. Kendine eziyet edip laf söylemeseler o bile yeterdi.
Birgün yine Zala Ayşayı evine çağırmış “Ayşa geliver şu halının altını üstünü bir kaldırıp evini temizileyiver” demişti. Tam Ağa eve geleceği sırada ya evi kaldırır ya da olur olmadık işleri çıkarıp adam doğru dürüst yemek yapmazdı. O akşamda Ağa yine Zalanın evine geleceği için akşam ezanına doğru Zala patır patır ocakta papara pişirmeye durmuştu. Durmuş durmasına ama Ağanında en sevmediği yemek papara, hatta yemek bile değil. Zalanın evine onca sebze meyve getirir ama her seferinde önüne ya papara ya pilav koyar. Ayşenede paparayı pişip Ayşayı çağırmış “Ayşa şunu gidip sofraya koyuver diye” Ateşten yeni inen kızgın tavayı tutan Ayşa kapıda Ağasıyla karşılaşır adam paparayı görünce”Lan Gara übük yine mi papara” diyip tavaya öyle bir tekme atmış ki tavadaki kaynar su öylece Ayşanın başından devrilip kadıncağızın yüzünü haşlamış. Kadın “Anam Yüzüm yandı, yüzüm yandı diye” feverane edince ağası tavayı taşıyanın Ayşa olduğunu, Zalanın hemen arkasında saklandığını farketmiş. Bir yandan hem kızgınlığı artmış hemde kardeşimi haşladım diye suçlanmış.
-Aman gardaşım sen miydin, ben Gara übük zannettim dur sana melhem sürelim diyip, kendince kadının gönlünü almaya çalışmış.
Acızık ilgi biraz merhem, hop yeter bu Ayşaya deyip ertesi gün yine dönmüş eski huyuna. Huylu huyundan vazgeçer mi, adam daha dün kadını haşlamıştı ama, yine kadına kös kös bakıp, işçisi gibi davranmaya devam etmişti.
İşte bunca hengamenin, çekememezliğin arasında bu görücüde tam isabetli bir zamanda gelmişti. Zaten adam kardeşine bile zor katlanıyordu bir de kızı Güssümü çekemezdi. Büyüyüp geliyor neme lazım oğlanlardan birine takılır, çok uzatmadan kör topal kim gelirse verip savuşturmak lazımdı.
Çobanada bu düşüncelerle sordu görücüleri. Eğer çoban “Ağam bunlar uğursuzun hırsızın tekidir sakın verme” dese bile kulağı duymayacak kızı hemen verecekti. Ama Allahtan çoban “Temiz fukaralar ağam, yalnız oğlan biraz kekeme gibi konuşur, birazda ağır işitir yinede sen bilirsin” dedi. Ağa çokda düşünmedi, tabi ben bilirim dedi ve gerisin geri Ayşanın evine gitti.

Tak tak kapıyı çaldı, sekmende içeri girmeden hemne lafa girdi.
-Gelenler iyi bir kısmetmiş temiz insanlarmış, Kadınlara gelince deki bizim için münasiptir, erkekleriyle gelip kızı istesinler
Ayşanın Güssümü, Ağasının oğullarından birine vereceğine dair olan son umududa o an uçup gitmişti ve
-Tamam ağa sen nasıl münasip görürsen dedi ve ağasını yolcu etti.

Ertesi gün kadınlar neredeyse daha gün yeni sökerken çıka geldiler. Maksatları belkide evi ansızın basıp kadının temizliğini ölçmek ve erken kalkıp kalkmadıklarını bilmekti. Keşke bilselerdi, Ayşayla kızı yıllardır şafak yıldızıyla uyanıyor, çoğu zaman yataklarını bile sermeden eğirdikleri yumaklara başlarını koyup uykularını öyle alıyorlardı.
Ayşa kadınları içeri buyur etti, kadınlar busefer lafı dolandırmadan pat diye açıverdiler.
-Ayşaba bizim hayırlı iş noldu, danıştın mı Ağana
-He ya danıştım Fadime, Ağam uygun gördü inşallah kısmetse olur, münasip bir zamanda beyinle birlikte buyrun gelin dedi.
Fadime Ayşabadan olur cevabı alınca birden kararıp kararıp geçen yüzü aydınlandı ve içinden bir oh çekti. Sonunda Asımını everip çırası yakabilecekti. O demesinde kim oh desin. Kadıncazın oğlan askerden geldğinden beri beri eltisiyle gitmediği ev, çalmadığı kapı kalmamıştı. Asımına kız bulacam diye az mı çarık çorap eskitmişti. Ama Allaha şükürler olsundu, sonunda eli yüzü düzgün bir kısmet bulmuştu. Kız biraz oğludan küçük, çocuk denecek yaştaydı ama kendiside o yaşlarda gelin olmuştu. “Çocuklarıyla birlikte büyür” diye düşündü. Etraftan Güssüm için pek iş güç bilmez diyolardı ama “Gelin kaynanasının eğesinde yetişir, ben ona öğretirim” dedi kendi kendine. Daha Ayşabanın evinden kalkmadan kafasında Asımını evlendirmiş ilk torunun kucağına bile almıştı. O an ondan bahtiyarı yoktu, evine seke seke gideceksin deseler, çocuk gibi seke seke giderdi.
-Tamam Ayşaba biz yine bizim heriflerle size bu perşembe geliriz.
-Haydi Allahaısmarladık, selametle deyip, uçar gibi koşar gibi Ayşabanın evinden ayrıldılar.

Eğelim Bükelim Ayfer

İlti: Elti
Tezektirmek: Göndermek
Mimlemek: İşaretlemek, kafasına koymak
Safdirik: Saf
Zala: Zeliha


Saturday, August 19, 2017

SİYİR 1-GÖRÜCÜ

-Kumşeytanı nolacak, yükleyin göçünü bir at arabasına gitsin.
-Kocasının bakmadığına biz mi bakacaz anam!
Dedi büyük gellaba. Kocasıda çaresiz Ayşanın bir kaç parça eşyadan oluşan göçünü bir at arabasına yükleyip, arkasında kalan boşluğada Ayşayı ve kızını oturttu.
-Hadi bacım selametle, sen en iyisi memleketinde dön dedi ve uğurladı Ayşayı.

Onca çeyizle geldiği evden iki kilim bir halı ve bir kaç parça bakırla ayrılan Ayşanın içi burkuldu, “nedi benim herif başımda durmadı, körolasıca, boyu posu devrilesice, ocaam söndü” diye kahırlandı kendi kendine. Ama elden ne gelir, şu dünyada olmadık yok, kul olanın başına herşey gelir. Yükünün arkasına oturunca içine ok gibi birşeyler saplandı ama “Onca akrabaam var, gardaşım var bana sahip çıkarlar” diye düşündü, ve takıl tukul, memleketinin kumlu, taşlı yolunu tuttu.

-------

Dışardan bakınca yerle bir gibi gözüken ama içine girince tek odalı bir ev olduğu anlaşılan küçücük bir toprak evde yaşıyordu Güssüm ile anası. Evin bir oyuğu gibi duran penceresi, ya yanlışlıkla oyulmuş ya da biri sonradan yıkıp “Alın size pencere” diye bir aralık açmıştı sanki. Pencere mi baca mı ne idüğü belirsiz birşeydi. O kadar ufaktı ki gün doğunca içeri ışık zar zor sızıyor, yeni günün başladığı ancak kapıyı açıp içeri güneşin atmasıyla anlaşılıyordu.
Akşamları gaz lambasıyla tek odayı aydınlatıp, gün boyunca bitmek tükenmeyen bilmeyen el işinin devamını yine bu sönük ışıkta ana kız yapıyorlardı. Işık cılız olmasına cılızdı ama birde akşam vakti dışarı sızmasın diye, pencereden bozma oyuğa kara bir örtü tutarlardı. Neme lazım uğursuzu var hırsızı var, yatlısı yaramazı var. Tek başlarına yaşayıp giden ana kız, bırak sırlarını cılız ışıklarını bile sızdırmadan, yok gibi yaşayıp gidiyorlardı.

Odada bir kaç sıra yastığı, Ayşabanın gelinliğinden kalma bir el dokuması halı, köşedede yataklarını gündüzleri toplayıp sardıkları yüklükleri, yüklüğün altında Güssüm için dokudukları bir kaç tülü ve kilim vardı. Sabahları kalkınca yataklarını ve yorganları yüklüğe koyar, üzerinide yine elde dokudukları sumatla sıkıca sararladı. Odanın bir duvarında da, ufak perde gibi gerilmiş çaput arkasında duran bir bacaları vardı. Bu öyle, şimdinin bilindik başında dumanı tüten bacalarından değil, dikdörtgen şeklinde duvara oyulmuş, anasıyla kızının esvaplarını dürüp büktüğü bir nevi dolaptı aslında. Sekaltında birkaç tabak çanak, gaz ocağı, ıprık, leğen ve bir kaç öteberi vardı. İki kişilik ev halkının bütün mutfak eşyaları bunlardan ibaretti, ama sanki çok eşya varmışta dağılmaları muhabilmiş gibi, köşede üst üste derli toplu duruyorlardı.

Başta bir baba olmadığı için Ayşaba onun gesisi yıkar, bunun ekmeğini yapar, koyununu kuzusu sağar, eline verdikleri üç beş kuruşa kanaat edip akrabasının karaltısında geçinir giderdi. Kararltı dediysem, gerçekten de gölgeden öteye geçmeyen bir korumaydı bu. Akrabası, “yalnız kadın içimize alalım, karalım katalım, bu iki kapılı handa o da gelsin geçsin” dememiş. Yok öyle bedavadan yemek, çalışsın ekmeğini taştan çıkarsın demişler. Gerçektende ayşaba ekmeğini kayalardan taşlardan çıkarmış ve eşinin dostunun işçisi olmuş. Kızı Güssümüde gönüllerinin el verdiği her işe sürmüşler. Bu çocuktur, anası zaten gün boyu it gibi koşturuyor bari bunu bırakalım demek yok, kız acızık sivterince Güssümü de o iş senin bu iş benim koşturup durmuşlar. Çocuk nihayetinde, işe koşarşın ama bazen kediye tavuğa takılır işi unutuverir. Olacak o ya Güssümde bir keresinde gurk tavuğun altında yumurta çatladımı diye merak edip başında otura kalmış. Bunu gören evin gelini, güssüme kalk bile demenden beliklerini öyle bir asılmışki çocuğun belikleri elinde kalmış.

Evevlden başta erkeğin yokluğu kadın için tam bir yükmüş. Ne akraba tam sahip çıkıyor ne de çalışmanın tam karşılığı veriliyor. Gün boyu elin işinde gücünde ordan oraya debelenip durmakla geçecek olan bir ömür, birde eşinin dostunun merhametinebağlıydı. Vargücünle çalışmanın yetmediği yerlerde var. Milletin iftirası, kötü gözü ve sözü, canla başla çalışırıken anında zımzık gibi sırtına iniverir. Bunca işin gücün ve dedikodunun arasında, birde elinde kız çocuğu varsa vay haline. Onu elalemin diline düşürmeden el kapısına çıkarmak, Ayşabanın artık yegane amacıydı.

Güssüm artık azıcık daha sivrilmiş ve bu etraftaki konu komşunun ilgisini çekmiş olacak ki eve, kaybolan tavuğunu aramaya, süpürge istemeye, boncuk satmaya gelenler çoğalmıştı. Anası kimini kapıdan çeviriyor kiminede evdeki süpürgeyi veriyor ve bir şekilde uğurluyordu gelenleri. Artık gelenin bahtına bazen kapıya Güssüm çıkıyor, bazende anası. Ayşabayı görenlerde, “Gııy tavuğum kaybolduydu da burda mı diye baktıydım” deyip kös kös evlerinin yolunu tutuyorlardı.

Artık tavuk aramaya gelenlerden biri Güssümü iyice gözüne kestirmiş olacakki bu sefer ertesi gün eltisiyle birlikte kuşluk vakti çıka geldi.
Güssüm bulaşığını yıkamış, evi, sekaltını, kapı önünü süpürmüş ve oturmuştu örgüsünün başına. Anasıda sobanın yanında, yazın köye göçtüğünde kendi üç beş keçisinden hazırladığı tiftik yününden eğirdiği iple çorabını örmeye oturmuştu. Sonra kapı birden arkasında alacaklı varmış gibi tak tak kapı çaldı.

Ayşaba sekmene çıkıp seslendi
-Kimo?
-Biziz Ayşaba Körasımlının Fadime.
-Buyrun, buyrun Fadime, geçin içeri.

Körasımlının yolu hiç buraya düşmezdi. Bu hafta içinde gerçi birkez tavuk aramaya birde süpürge istemeye gelmişti ama bu sefer öyle dümdüz, sabahın köründe eltisiyle birlikte çat kapı gelmişlerdi. Kadınları daha kapıda görünce Ayşabanın özüne damıvermişti, bunlar besbelli görücüydü. Ne mahalleleri aynı mahalleydi ne sülaleleri aynı sülaleydi, birde sabah vakti elin kadını ne diye çıksın gelsindi?

Evin kapısı o kada ufaktı ki, dışardan gören burda kesin cüceler yaşıyor derdi. Görücü Kadınlarda çarpmamak için başlarını eğerek içeri girip odaya geçmişlerdi. Anam oda bildiğin hap kadar bişi, nefesi bile iktisatlı alırsın bitmesin diye. İki adım atsan, kapıdan dip sedire ulaşıverirdin. Ama gelen görücüler, odanın her deliğine her çatlağına kadar şöyle iyice bir göz gezdirecekler ya, adımlarını küçülte küçülte karınca hızında kımıl kımıl ilerlediler. Gözleriyle taramadıkları tek bir oyuk tek bir yıkık, tek bir halı deseni kalmamıştı. Adımlar en sonunda onları dip sedire ulaştırdı ve geçip pencerenin önünedeki tülünün üstüne oturdular. Başladılar fısır fısır konuşmaya.
-Gadın fukara ama temiz belli
-Heye essah dedin. Onun bunun işinde koşturayım derken evi hiç boş koymamış. Ufacık ev amma derli toplu.
Sonra Ayşaba arkalarından girdi ve tülünün diğer ucuna doğru kadınların yanlarına oturdu.
-Hoşgeldin Fadime nassın
-İyiyim Ayşaba sen nassıın.
-İyiyim saol. Sende hoşgeldin Zehra nassın
-İyiyim Ayşaba sen nassın.
-Saolasın dünya telaşı, koşuşturmaca işte, yuvarlanıp gidiyoz.

Sorgu faslının ardından lafın ağzını ufaktan açmışlardı. Ölen koyunlarından, dokudukları namazlalardan, kaybolan tavuklardan, evlenenlerden çıkanlardan sonra sıra sebi ziyaretlerini konuşmaya geldi.

-Ayşaba, biz seni uzaktan biliriz, pek temiz fukarasın. Bunca zaman, çalıştın çabaladın, gendine yettin. Maşallah gızda evlilik çağına gelmiş. Eğer bir mehiliniz minasibiniz yoksa Allahın emri peygamberin gavliynen senin Güssüme talibiz.

Tam bu sırada Güssüm elinde, gaz ocağında pişirdiği iki kahveyle odaya girdi. Yokluk diz boyu, olan kahvede ancak bin yılda bir gelene, utandık misafire, ikram edilirdi. Ondan evdeki son kahve tanelerini, yere dökmekten korka korka, dikkatli bir şekilde cezveye koyup elinden geldiğince köpürterek pişirmişti. Anasının seneler önce buraya gelirken getirdiği, at arabasında kırıla kırıla üçe düşen fincanlarından ikisine kahveleri koyup girdi içeri. Misafirlere kahvesini ikram edip, dizini büktü ve elinde tepsisiyle bir köşeye oturdu.

-Valla ne diyeyim Fadime, bir dizesine dayısına sorayım, bir danışayım. Dayısı ne der bilmem ki?
-Tamam Ayşaba tabi etrafına sor, bizide sor soruştur biz yine iki güne senin kapıyı tıkılatırız, dedi

Küçücük fincanlardaki kahveler sanki, peygamberin dularla okuyup ashabına içirdiği süt bardağı gibi, bir türlü bitip tükenmek bilmiyor, içtikçe içiyorlardı. Aslında kahvenin bitmeyeceğinden değilde yokluğun gözü kör olsun işte. Herşeyi tasarruflu kullanayım derken bin yılda bir yapılan kahveyide bir yudumda hüp diye içemiyorlardı. Yavaş yavaş, anca bir konuşup bir kaç damlayı ağızlarına düşürüyor, bir sürü dedikoduyu, gaçanı göçeni, minicik fincana sığdıra sığdıra içiyorlardı. En sonunca kahveler ve dedikodular bitince

-Haydi allahaısmardık, biz yine sizi bir iki güne yoklarız, dediler ve zaten hemen omuzlarında olan poçularını başlarına geçirip bu sefer hızlı adımlarla konuşa konuşa evlerinin yolunu tuttular.

Eğelim Bükelim Ayfer

Anca: Ancak
Baca: Dolap yerine kullanılan duvara dikdörtgen şeklinde oyulan oyuk
Çaput: Çabut, kumaş
Dip sedir: Odanın genellikle pencere önünde olan ve misafirin oturtulduğu kısmı
Divana durmak: Gelinle damadın kolkola girip ayakta durması
Essah: Sahi
Gaçan: Sevdiğine kaçan kız
Gııy: Kız, seslenme
Gurk tavuk: Civciv çıkarmak için altına yumurta konan tavuk
Iprık: İbrik
Özüne dammak: Sezmek, tahmin etmek
Kımıl kımıl: Yavaş yavaş
Namazla: Eldokuması halı
Nassın: Nasılsın
Nedi: Ne diye
Poçu: Kadınların dışarı çıkarken üzerlerine aldıkları örtü
Sumat: Eldkomuması, kalın bez.
Siyir: Düğünlerde Gelinle damadın divana durduğu sırada etrafın geline damada bakmasına denir
Zımzık: Yumruk


Monday, August 14, 2017

Buğday ve Süt: Sütlü Yarma

Buğday ve süt neredeyse üretilecek her ürünün içinde bir şekilde olmayı başarmış önemli katık malzemelerindendir. Değişik şekil ve içeriklerde, yemeklerimize lezzet katmış ve katmaya devam etmektedirler. Örneğin zaman içerisinde buğdayı ezmişler büzmüşler bundan yarma yapmışlar. Bakmış olmamış bunu birde sütle yumuşatıp tekrar öğütmüşler bu sefer yağlı düğürcük olmuş. Yok olmadı bunu birde kenevir ve melengiçle öğütelim demişler, ve bu sefer melengiçli düğürcük olmuş. Arkadaş bunu birde sade öğütelim sonradan içine ceviz katalım ve bir güzel dövelim demişler, bu seferde ortaya "döğme" çıkmış. Bu yazı, katıla karıştırıla, dövüle öğütüle bir hale koyulan buğday ve sütün hikayesidir.

Sütlü yarmada yine bu karışımın en önemli ürünü olup, yaz gününün vazgeçilmez yemeklerindendir. Bir tasa konan yarma, sütle ıslatılıp bir kaç saat bekletildikten sonra afiyetle yenir. Güneşin yakıcı sıcağı altında koyun sağımından ya da gütmeden geldikten sonra, tek katlı toprak köy evinin gölgesine oturup, dinlene dinlene yenebilecek en güzel katıklardandır. Yaz günü köy yerinde işten güçten dolayı bazen yemek yemeye bile vakit olmaz. Hatta kimisi, yüklük üzerine koyduğu bir tas peynir ve şebit ekmeği girip çıkarken sıkınarak(rulo yaparak) sabah kahvaltısını yapmış olurdu. Bu yoğunlukta sütlü yarma, bir iki güne bir hazırlanabilecek en hızlı ve lezzetli yemeklerdendir. Yaz günü, sütün bolluğu sebebiyle, hemen hemen her gün yapılabilmektedir.  Güze doğru ise, koyunların sütü çekilmeden, bu sefer daha büyük miktarlarda yapılan önemli kış hazırlıkları arasındadır. Kışlık olarak yapılanın yazın yapılandan farkı ise, sütle akşamdan ıslatılan yarma, sabaha kadar bekletilir ve sonra güneşe serilerek bir iki gün kurutulur ve bu karışım çuvallanarak değirmende öğütülür. Bu öğütülmüş halinede "yağlı düğürcük" denir.

Eskiden, şimdiki gibi fındık fıstığın bol olmadığı, yokluk zamanlarında , buğdayı bir şekle hale koyup çerezide bundan üretmek gerekti. Yağlı düğürcük, adı üstünde misafire ikram edilebilecek en önemli ikramlıklardandır. Yerken ne kadar da insanı rezil edip uğraştırsada, ağızdan geçip mideye düşene kadar damakta bıraktığı lezzet, onu vazgeçilmez yapar. Bence bu sebeple inatçı ve bir o kadar da insanı uğraştıran bir karakteri vardır. Kolay kolay kendini ele vermez. Kaşık ağzına gelene kadar bir miktar yere dökülür, dökülmediyse, sanki yiyen kişi yetişkin değilde çocukmuş gibi ağzını yüzünü kirletir. Ağzına atmayı başardıysan, doğrudan mideye inmekte yok, illa bir genzine sıçrar ve seni ağlatır. Ama en nihayetinde, belki bunca çabanın sonucu olarak, verdiği lezzetten kopamazsın ve kaşık kaşık tekrar yersin. Bu hırçın yemeği bazen kimisi çay şekeriyle tatlandırır, kimisi olduğu gibi hapır hupur yer. Kimsede yerken birbirini kınamaz "Aa üzerine döktü, çocuk gibi ağzını kirletti" diye. Nihayetinde düğürcük bu, olduğu gibi bütün hırçınlığıyla ve inatçılığıyla yer bulmuştur mutfağımızda.

Bu arada "yağlı düğürcüğü" kafana göre her yerde bekletemezsin, yoksa ımzır ve tadı acır. Buzdolabının olmadığı zamanlarda ayşeneler evlere göre daha soğuk olduğu için düğürcük buralarda bekletilirdi. Misafir geldiğinde evin gelini ya da kızı koşa koşa gider, düğürcüğü hemen alır gelir ve ikramlıkları hazırladı.

Yağlı düğürcük o kadar değerli bir çerezdir ki, gelinlerin "heybesine" de (çerez sandığına) konurdu. Heybede bundan başka, fındık, fıstık, ceviz , akide şekeri, lokum gibi kuruyemişler ve tatlılarda bulunur, kırk gün boyunca misafire ikram edilir ve eğer biten çerez olursada çarşıdan tecinirdi. Ama ne yalan söyleyeyim bence en makbulü "yağlı düğürcüktü".

Gelin heybesine ayrıca, melengiç ve kenevirle öğütülen yarmadan yapılan  "melengiçli (menengiç) düğürcük"te konurdu. Bununda inatçılıkta olarak yağlı düğürcükten aşağı kalır yanı yoktur ama lezzet farkı vardır. Daha çıtır kıtır, insanı yedikçe yedirten, "dur bir kaşık daha alayım, yok tabağı bitireyim" dedirten bir bağımlıklık yapar.

Bunların dışında, bu iki düğürcüğe göre daha halim selim ve bir o kadar ağır, oturaklı olan "döğme"de gelin çerezinde yer alırdı. Düğürcük ile cevizin karıştırılıp havanda dövülmesiyle yapıldığından mıdır bilinmez, eskilerin deyimiyle tam bir "osmanlı"dır. Tabağa konulduğu yerde kalır, kaşığa sorunsuz dolar ve hiç uğraştırmadan ağır sakin yenilmesine izin verir.

Döğme, diğerlerinin aksine önceden gelinin heybesine konmaz, kaynanada bulunan düğürcük ile günü birlik olarak yapılır. Örneğin akşam misafir mi gelecek, düğürcük bir iki saat kadar su ile ıslatılır. Ceviz içi, havanda  dövülür ve içine ıslatılan düğürcük ve çay şekeri katılır. Ta ki macun olana dek, hepsi birlikte iyice dövülür ve  evde varsa "Altın Halilli" porselenine konur.  Zaten gelin heybesinde olup döğme ikramına en çok yakışan porselenlerden birisidir "Altın Halilli". Kenarları ismine yaraşır şekilde altın sarısı, geline yakışacak şekilde incecik ve kibar, içine konulan çerezi alçak gönülllüklükle öne çıkaracak şekilde genellikle beyaz olurdu.

Yeri gelmişken anlatayım, yengemin döğmeside pek meşhurdu. Kadın maşallah hiç erinmez pek ivedenlikliylidi. İki taşın arasında misafire çay verirken döğmesini yapar getirirdi. Ne ara yapar ne ara döver anlamazdık. Misafire kadar "tak tak" havan dövme sesi ulaşmasın diye arkada kara damda ya da sandık odasında, döğmesini hazırlar getirirdi. Ne çok meşakkat varmış, ama lezzetin temelini belki hep bu meşakkat oluştururdu.

Buğday ve süt, yıllar içinde oluşan kültürün üzerinde yükseldiği en önemli yapı taşlarındandır. Günümüze kadar değişe değişe gelmiş bundan sonrada değişerek devam etmeye kararlı bir ikili.



EĞELİM BÜKELİM AYFER
Ayşene:Aşhane, ekmek yapılan, salça kaynatılan çamaşır yıkanan yer
Döğme: Ceviz şeker ve düğürcüğün havan ile dövülmesiyle oluşturulan macun kıvamındaki çerezlik.
Düğürcük: Yarmanın daha incesi, öğütülen yarmadan eleme ile ayrılan ince kısım, çok ince bulgur.
Imzımak, Imzır: Yiyeceğin acıması, bozulması
İvedenlikli: Eliçabuk, becerikli Elinin altında hep malzemesini bulunduran kişi
Karadam: Ev içinde olan, içinde dip ocağı, (ekmek yapılan yemek yapılan çamurdan ocak) olan göz
Sıkınmak: Ekmek içine konan malzemeyi rulo yaparak sıkmak
Şebit ekmek: Yufka ekmek
Tecimek: tedarik etmek
Yarma: Pilavlık bulgur
Yüklük: Evin bir köşesine yatak, yorganın üstüste konulup bir örtüyle kapatılmasıyla yapılır

Tuesday, August 8, 2017

ZÜVERLİK (ÜZERLİK)

ZÜVERLİK (ÜZERLİK)

Başa yokluk gelince insan elindekilerle ne çok çareler üretirmiş, bence züverlik bunun cevabı. Faydasını say say bitmez. Eve asarsın süs olur, külünü kullanırsın çamaşır temizler, olmadı bir de çatlatırsın nazara, kem göze perde olur.

Eskiden çamaşırlar yığın yığın olur ve elde tek sabun kalıpla yıkanırdı. Sert ve kireçli sularımızda sabunu köpürtmek mümkün olmaz, sabun biter köpük çıkmazdı. Ee bir de her zaman nerden sabun alacaksın. Dedem hatta bir keresinde eve sadece bir kalıp sabun almış ve "Masraftan öldüm yaav" demiş. Yokluk insana, elindekileri kullanmayı öğretirmiş. Yumuşatıcı yok, para yok bu su nasıl yumuşayacak diye düşünürken, çok güzel bir yöntem bulmuş eskiler. Sert suyu yumuşatmak için öncelikle, deste yapılan züverlik kurutulur ve temiz bir toprak üzerinde yakılır. Biriken kül, beyaz bir bez torbaya doldurulur ve çamaşır suyu için kaynatılan kazanın içine sarkıtılır. Çamaşır suyunu yumuşacık yapır ve sabunu bir güzel köpürtürdü.

Birde nazar diye bir gerçeğimiz var. Yeri gelir ayna çatlatır, cam kırar, ve hatta insanı devirir derler. Eskiler bile "Kem göz, deveyi bakıra, insanı çukura koyar" demiş. Yine yokluk diz boyu, birde ucunu bucağını bilmediğin birşey nazar, nasıl baş etceksin. Tabiki bu sefer züverliği çatlatıp kokusundan faydalanarak.

Sobadan alınan köz üzerine, kurumuş züverlik konulur ve çatlatılırdı. Dumanı, üzerinde nazar olduğuna inanılan kişiye doğru üflenir ve "Gitsin nazarlık, gelsin gözellik (güzellik), elemterefiş kem gözlere şiş" denirdi. Sonra çatlatılan köz, içinde soğuk su bulunan tasa dökülür ve eğer suya dökülürken şöyle "cossss" diye bir ses çıkarırsa "Anaam sende nazar var" denirdi. En son işlem olarak bu tas, genellikle evdeki bir çocuğa verilir ve "Bunu yola dök, arkana bakmadan kaçrak gel" denirdi.

Züverlik birde eve ferah bir koku vermesi için kullanılır. Kışın hep cam çerçeve kapalı, evdeki yemek kokusunu gidermek ve evi tütsülemek için, yazdan toplanıp bir ipe tespih gibi dizilen züverlik,  soba üzerinde çatlatılırdı. Sobada çıtır çıtır yanarken çıkan ince duman ve koku rahatlatıyor olacak ki bazısının uykusunu getirirdi. Nazar gitmiş bir de ev tütsülenmiş, bunu üstüne ancak güzel bir uyku çekilir.

Hep tütsü olacak değil ya, züverlik bir de düğün evini işaret etmek içinde kullanırdı. Düğün başlangıcında bir demet züverlik, ayna, ve renkli graplarla (ince tülbent) süslenen elek, evin önüne asılır. Konu komşu, gelen geçen, eğer duymamışsa evde bir düğün yapıldığını anladı. Ayrıca gelinin ayağı uğurlu gelsin, nazarlardan kem gözlerden korunsun diye bir sacta yakılan züverliğin üzerinden gelin, üç kez atlatılırdı.

Ya yakılıyor ya asılıyor, bunu bir kaynatan yok mu, diyenlere de başka bir uygulamasını anlatayım. Yapmışlığımı yok ama, duyduğuma göre, kimileri züverliğin elmalarını toplar ve kaynatırmış. Konu komşu karın ağrısına iyi geldiğini söylerlerdi.

Son olarak, goca Allahım ne güzel yaratmış, faydası say say bitmez, böyle bir nebat (bitki) ancak bir türküye yakışır demişler ve eklemişler.

"Evlerinin önü züverlik,
Allah vermiş Fadimeye gözellik"